Odisseus ölü canlarla konuştu
Bilindiği gibi bir keresinde Odisseus ve yoldaşları, tanrıça Kirke’nin Ege denizindeki görkemli adasında konaklamışlardı. Kirke, dönüş yolunu tam öğrenmeleri için onları Ölüler Ülkesi’ndeki bilici Teyresyas’ın yanına göndermişti.
TİRO’NUN ÇOCUKLARI DA DÖNEMEDİ SAVAŞTAN
Gün ışığının bile giremediği ve tanrı Hades’le tanrıça Persefone’nin yönettiği Ölüler Ülkesi’ne ulaştıklarında; ölmüş dünyalıların gölgeleri, Odisseus’un çevresini sarmıştı hemen!.. Odisseus karısına bunları uzun uzun anlattıktan sonra, Tiro adlı güzel mi güzel bir kızın kendisine söylediklerini de kısaca aktardı... Güzel Tiro, dünyamızdaki yaşamı sırasında bir ırmak tanrısına âşık olmuş, onunla ırmak boyunda sevişmişlerdi... Gebe kalınca da kimselere bir şey söyleyememiş... Daha sonra dünyaya gelen ikiz çocuklarını aşkla, güzel güzel yetiştirmiş.. Ne var ki ikisi de en güzel çağlarında, alınıp götürüldükleri bir savaştan geri dönmemişler!.. İşte onların acısına dayanamayan dünyalar güzeli Tiro da, ağlaya ağlaya o Ölüler Ülkesi’nde almış soluğu!..
Odisseus bu öyküden sonra konuşmak istemeyince, kendisini can kulağıyla dinleyen karısı güzel Penelopeya, ille de o ülkede gördüklerinden biraz daha anlatmasını istedi. Çünkü Şafak tanrıçası gül parmaklı Eos, o gece çok uzun bir uykunun kollarındaydı!
HERAKLES’İN ANASINI GÖRDÜM
Bunun üzerine kral Odisseus; “Birsürü ölmüş ünlü kadın gördüm... Hepsinin ruhları birer gölge gibi geçiyordu önümden,” diye yeniden başladı konuşmasına. “Ha, unutmadan hemen söyleyim, o ünlü kraliçe Alkmene’yi de gördüm orada!. Kral Amfitriyon’un karısını... Hani kral Amfitriyon, komşu ülkeyi talanlama savaşına gittiği günün gecesinde, Baştanrı Zeus girmişti güzel kraliçenin koynuna... Baştanrı Zeus, o gece tanrı Helyos’a üç gün güneşi gökyüzünde koşturmama buyruğunu vermişti!.. O yüzden güneşin yokluğunda ay, üç kez doğmuş üç kez batmıştı! Baştanrı Zeus’la o uzun geceyi bölüşen kraliçe Alkmene, o ünlü Herakles’e gebe kalmıştı!.. İşte o güzel Alkmene’nin ruhu geldi yanıma.. Birşeyler söylemek istedi ama, hemen bir bulut parçasına dönüşüp o büyük boşluğa doğru savrula savrula gözden yitipgitti... Biraz daha ilerledim Ölüler Ülkesi’nde. kral Tantalos’u gördüm acılar içinde... Belki duymuşsundur... Hani sarayına buyur ettiği Olimposlu tanrılara, kurban ettiği oğlu Pelops’un etini sunmuştu yemek olarak!... Tabii tanrılardan bir beklentisi vardı. Ne var ki tanrılar işin ayırdına varınca da, onu hiç sonu gelmeyen bir cezaya çarptırmışlar; oğlu zavallı Pelops’u da yeniden yaşama döndürmüşlerdi. Ne var ki tanrıça Demeter, tabağına konan Pelops’un omuz etinden bir parça yemişti yanlışlıkla. Neyse ki demirci tanrı topal Hefaystos, yeniden yaşama döndürülen zavallı Pelops’un omuz boşluğuna, fildişinden parlak bir ekleme yerleştirmişti...
TANTALOS SU BİLE İÇEMİYORDU
Tanrıların verdiği cezaya göre Tantalos, bir gölün içinde, hep ayakta duruyordu. Sürekli susuzdu. Ayaklarının dibindeki su, ta çenesi seviyesine kadar yükseliyor, tam içmek için ağzını suya yanaştırınca da, bir damlasını bile içemeden su gerisingeri çekilmeye başlıyordu!.. Tantalos eğiliyor, eğiliyordu, ama su da gerisingeri habire çekiliyor, çekiliyordu. Artık kapkara bir çamur örtüsü kalıyordu ayaklarının altında... Ve adsız bir tanrı da, gölün tabanını tamtakır kurutuyordu hemen!...
Tantalos’un çevresinde çeşit çeşit meyve ağaçları da vardı. Bütün dallar silme meyve yüklüydü: incir, portakal, nar, tombul tombul elmalar... Meyve yüklü dallar, Tantalos’un saçlarına dokunuyorlardı hafif hafif salınaraktan... Perişan ve yorgun Tantolos da tam ellerini uzatıp meyvelerden birini koparacağı anda, hırçın bir rüzgar, dalları tuttuğu gibi ta ötelere savurup atıyordu!..
NE ÇOK SEVİYORDU SİLAHLARI!
Daha başkalarını da görmek istiyordum Ölüler Ülkesin’de... Troya’da ölüp buraya gelenlerin hepsi beni tanıyordu... Önümden geçip giderlerken bir şeyler mırıldanıyorlardı.. Hepsini dinleyemezdim haliyle...
Ama bir tek Ayas vardı bana küskün küskün bakan. İçime bir başka acı girdi onu görünce. Dünya yaşamında silahları çok seviyordu Ayas!. Önüne çıkan her Troyalıyı öldürüyordu... Belki de duymuşsundur, tanrıça Tetis’in oğlu o Yunanlı ünlü Ahilleus, Troyalı Paris’in okuyla, silaha en duyarlı yeri olan topuğundan vurulup ölünce, onun tanrısal silahları bir sorun olmuştu: O silahları kime vermeliydi? Anası tanrıça Tetis, bir koşu yarışı düzenlemişti. Yarışı ben kazandığım için, o silahları bana vermişti.. Bu olayı onuruna yediremeyen Ayas delirmiş, yere sapladığı bir kılıcın üstüne bütün ağırlığıyla kendini bırakıp canına kıymıştı! Onun ruhunu görünce, ‘Gel buraya Ayas!,’ diye ünledim... ‘O uğursuz silahları ve insan düşmanı savaşları hiç olmazsa burada unutalım!.. Hangimizin ocağını söndürmedi ki o savaşlar!’. Gelip boynuma sarılmak ister gibi bana doğru yöneldi... Ama aniden çıkan azgın bir yel, onun ruhunu kaptığı gibi, Hades’in karanlıklarına doğru sürükleyip götürdü...”
***
Kocası Odisseus’un anlattıklarını can kulağıyla dinleyen güzel Penelopeya, duyduklarından şaşkına dönmüştü...
Evrensel'i Takip Et