Doyumsuz ‘erkek’lerin mastürbasyon alanı
Fotoğraf: Envato
Spor insan yaşayışını etkileyen her şey gibi sosyal ve bu yüzden de politik alanın içinde. Sporun yalnızca hayatın diğer alanlarının birebir aynası olduğuna katılmıyorum, “Spor hayatın ta kendisidir” gibi sözler sanki bu alanın diğer politik ve sosyal ağlarla olan bağlantısını pasif bir noktaya çekiyor. Popüler anlamdaki spor, kuvvetli bir duygusal uyarıcı, bu özelliğinden dolayı hakim kültürel ve politik kodları besleme ve yükseltme işlevine sahip. Spor dünyasının içindeki bir ortama, örneğin tribünlere, ne verirseniz, onu oradaki yoğunlukla yükseltilmiş olarak geri alıyorsunuz. Örneğin milliyetçilik ya da militarizm spor ortamına girip; çok daha kitleselleşmiş, meşrulaşmış ve yoğunlaşmış olarak çıkabiliyor. 1990’larda Türkiye’de yaşanan pop-milliyetçilik dalgası bunun önemli bir örneği.
Özellikle Türkiye gibi sporun çoğulcu ve katılımcı olmadığı ortamlarda profesyonel sporun popüler kültür ürünü olarak etkisi artıyor. Çünkü geniş kitleler, spor içinde katılımcı değil temaşacı olarak yer alıyor ve sahadaki insanla özdeşim kurmak yerine, onu kendi eğlencesi için araçlaştırıyor. Bu da kendi başına bir spor kültürü oluşturma şansını azaltarak, onu hakim kültüre bağımlı kılıyor.
Günümüz spor seyircisinin kodlarının 12 Eylül ve sonrasında üretildiğini söyleyebiliriz. Spor, 1980 öncesindeki toplumsal hareketler tarafından politik bir alan olarak görülmediği ve politize edilmediği için cuntanın apolitik görünümlü ama gerektiğinde şoven tepkiler veren toplum yaratma hedefine çok uygun bir alan olarak gözüktü. 12 Eylülün militarist, erkek egemen ve milliyetçi karakteri spora aynen yansıtıldı. Özal’dan itibaren buna bir de sermayenin hakimiyeti ve neoliberal düzenin olumlanması eklendi. Spor, muhafazakar resmi ideolojinin popüler kültür üzerinde yayıldığı alan olma işlevini her zamankinden fazla görmeye başladı.
Bu hasmane tavrın bir açıklaması var. Kendisini sporun fanatik ortamı içinde -çoğu izleyici olarak- var eden kitle, dizginleyemediği ve çözemediği büyük bir güvensizlik atmosferinin içinde yaşıyor. Bu spordan ya da insanların kendisinden değil, toplumun düzeninden kaynaklanan bir şey. Spor bu duyguları yalnızca yoğunlaştırıyor ve kontrolsüzce açık edebileceği bir ortam yaratıyor. Hakim kültürel yapının çizdiği “erkek” stereotipine uymayan her bir bireyin varlığı; bu kitle için yaratılan güvenli alana yönelik bir tehdit. Ve her tehdit de büyük bir hırçınlıkla karşılanıyor, sanki hayatlarına kast edilmişçesine.
İktidar gibi spor kapitalizmi de, bu hastalıklı durumun devamını tercih ediyor. Çünkü bu açlık ve güvensizlik uyarıldığında başka şeylere, politik güce ya da paraya tahvil edilebiliyor. Politik alan ve buna eklemli popüler kültür aslında erkek egemen yapının mastürbasyon alanı. Ve bu tatmin bedava da değil, etrafında dönen bir sektör var.
Bu yüzden spor ortamından para kazanan herkes cinsiyetçiliğe bu kadar meyilli. Bu yüzden cinsiyetçi küfür gazete ismi olabiliyor. Muhafazakarlığın beslediği sermayenin yarattığı popüler kültür diyor ki: “Ey benim cinsel kimliği enkaza dönmüş her daim ergenim, spor alanı senin alanın, burada toplum için açık etmeye utandığın tüm duyum yoksunluklarını haykırabilirsin. Burada kadınlar yok, burada LGBT yok, burada AMK demek serbest, karşı görünsek de küfür de serbest. Burası bizim dünyamız, burada senin cinsel kimliğini tehdit eden hiç kimse yok. Hepimiz aynı tatminsiz erkekliği paylaşıyoruz. Sen yeter ki cebindeki tüm parayı bize ver. Biz senin dünyanı koruruz.”
Türkiye’de sporu “Doyumsuz adamların mastürbasyon alanı” olmaktan çıkarmanın tek yolu var; spordan dışlanmış kimliklerin, özellikle kadın ve LGBT’lerin bu alana girişi. Bu çok zorlu bir mücadele alanı. Arkasına devletin muhafazakarlığını almış şiddete meyilli kitlelerin var olduğu bir alandan bahsediyoruz.
Almanya gibi sosyal devletin hâlâ güçlü olduğu ülkelerde bile kadın ve LGBT örgütleri spora öncelikle tepeden değil, dipten eylemlilik göstererek katılabildi. Türkiye’de de seçilmesi gereken yol bu olmalı. Mesela Türkiye’de sosyal devlet ayaklar altında olsa da sporda uluslararası örgütlerin zorlamasıyla devrede olan bir takım projeler var. Mesela futbol alanında “Herkes İçin Futbol” var. TFF, futbol oynamak isteyen herkese kolaylık göstermek ve hizmet sağlamak zorunda. LGBT örgütleri istese bir lig kurup oyunculara HİF kapsamında lisans alabilir, lige hakem getirebilir. TFF’nin buna itiraz gösterme şansı yok. Bu hepimizin UEFA nezdinde kazanılmış bir hakkımız. Tüm dışlanmış kesimlerin spora girişi için bir fırsat.
Spor, Türkiye’de cinsiyetçi kültürün çok güçlü olduğu bir alan. Ama aynı zamanda politik alanın parçası ve bu nedenle de örgütlü mücadeleye açık. Bu mücadeleden daha denemeden vazgeçmemek gerekiyor. Çünkü kendinizi sporda kabul ettirdiğinizde bu topluma çok güçlü yansıyor. Böyle bir fırsatı kaçırmamak gerek. LGBT’ler için ve bu toplumun tüm ezilenleri için.
* LGBT Onur Haftası kapsamında 28 Haziranda yaptığım konuşmadan derlenmiştir. 1 Temmuz Pazar günü (bugün) LGBT Onur Yürüşüyü’nde buluşmak üzere...
- Ak Gençlik'in doğum süreci 12 Ocak 2013 11:40
- Gençliğe Sarıkamış, spora vergi cenneti 06 Ocak 2013 03:44
- Madalya yoksa mama da yok 23 Aralık 2012 03:14
- Hakem neden öldürüldü? 15 Aralık 2012 10:08
- Yaşa Barcelona, Visca Kerimova! 01 Aralık 2012 09:27
- Herkes aynıymış hayatta ya la! 18 Kasım 2012 05:28
- Havagazı değil Kunter'in Beşiktaş'ı... 10 Kasım 2012 08:45
- Sporu ne çürütüyor? 03 Kasım 2012 11:54
- Armstrong olayı bisikletin Ergenekonu mu? 27 Ekim 2012 14:58
- Milli takıma ne oldu be? 20 Ekim 2012 12:51
- Ben bu hafta ne yazacağım? 13 Ekim 2012 09:11
- Bir ‘tek adam’ın bir heykelle olan derdi 06 Ekim 2012 10:56