23 Kasım 2014 05:03

Beter olalım

Türkiye’nin futbol gündemi, senarist Aaron Sorkin’in kaleminden çıkmış, takip edilmesi ayrı bir konsantrasyon isteyen seriliklte ve çetrefilli diyaloglarından daha başdöndürücü bir şekilde ilerliyor. Aslında ilerliyor demek de doğru sayılmaz, ekseni etrafında dönüyor.

Paylaş

Alper ÖCAL

Türkiye’nin futbol gündemi, senarist Aaron Sorkin’in kaleminden çıkmış, takip edilmesi ayrı bir konsantrasyon isteyen seriliklte ve çetrefilli diyaloglarından daha başdöndürücü bir şekilde ilerliyor. Aslında ilerliyor demek de doğru sayılmaz, ekseni etrafında dönüyor.

Fazla geriye gitmeye gerek yok. Son 1 aya bakmak kâfi. Örneğin, Fenerbahçe derbisi öncesi Ünal Aysal. “Cüneyt Çakır şaibeli bir hakemdir” dedi. Yine Fenerbahçe derbisi öncesinde Fikret Orman maça atanan Bülent Yıldırım için, “Galatasaray ile 3-3 berabere kaldığımız maçı, verilen penaltıyı hiç unutmuyorum. Gözümüz üzerinde olacak” diye açıklama yaptı. Aziz Yıldırım altta kalmadı elbette. “Fikret Bey hakemi gözleyecekmiş, burası BBG evi mi?” diye çıkıştı. Aynı basın toplantısında, Gençlerbirliği maçında hakem odası basması iddiasıyla ilgili de “Hakem odası basmadım, koridorda söyledim. Gerekirse basarım, onu da bilsinler” diye ekledi.  Sonunda federasyon açıkladığı son kararlarla, düdüğü çalarken titreyen hakemleri iktidarın bir dönemki özel yetkili savcılarını aratmayacak şekilde donattı.

Birbirlerine, teknik direktörlere, hakemlere sahada ırkçı, cinsiyetçi ya da düz küfürler eden futbolcular kanıksanırken, efsane İlhan Cavcav sakallarını Başbakan ise dövmelerini yadırgıyor. Gün gelip bir tanesi boş zamanında yaratıcılıkta çığır açıp otel odasında arkadaşının ağzına hobi olarak silah soktuğunda milli takımlar futbol direktörü Fatih Terim, bu silahlı vukuata ve oyuncunun milli takımdaki konumuyla ilgili basın toplantısında gazetecilere “siz hasta mısınız?” diye çıkışıyor.
1 ay geçmeden,  TT Arena’da milli maç çıkışı gazeteciler dövüldü. Dayak hadisesi, daha önce bir gazeteciyi evinden aldırmakla tehdit eden kaleci Volkan Demirel’in maç öncesi kendisine edilen küfürlerden ötürü sahayı terkettiği Kazakistan maçın sonunda gerçekleşti. Adı Süleyman Seba olan sezonun açılışı da zaten Galatasaray tesislerinin kapısına sıkışarak can veren Erkan Koyuncu ile yapılmıştı. Madalyonun öte yanında ülkenin en popüler futbol programlarında bikini iddiasına giriliyor, cacık yapılıyor, ruh çağırılıyor, küfürler ve hakaretler gırla gidiyor, cinsiyetçi söylemler ve yalanlar masum kalıyor. Farklı olarak, Türkiye’yi ve kulübünü futbolculuğuyla en üst düzeyde temsil etmiş ve saha içi gerçeklerde kalmaya çalışan yorumcusu “Topu elle kaleye götürseler 3 defa götürür” diyerek, muhtemelen doğru dürüst izlemediği ve küçümsediği İzlanda’dan alınan 3-0’lık yenilgi sonrası maç sonunda bunu dememiş gibi yapıyor.

Taraftarlar eskiden sokaklarda ve tribünde çıldırıp cinnet getiriyordu. Şu sıralar ise fişlendikleri için statlara gidemiyorlar ve post ergen işkillerini tribüne çevirdiği sosyal medyada yaşıyorlar. Gidebilecek kadar gözü karartmışların da işi zor. Zira, örneğin Aziz Yıldırım parasını ödemiş, bazısı hâlâ taksidini ödeyen münferit onlarca taraftarın kombinesini, ulusal televizyonlara 1 milyon üye projesiinin reklamıı verdiği dönemde sorgusuz sualsiz iptal etti. En ünlü taraftar grubuna Gezi parkından ötürü dava açılmış Beşiktaş yönetimi, kongre üyesi olmak isteyen 2000 kişinin başvurusu basın sözcüsü Metin Albayrak aracılığıyla “Aralarında Gezi’ye katılanlar var” diyerek beklettiklerini söyledi. Kamu yararına dernek olan kulüplerin bir fişleme harikası olan e-bilet uygulamasına taraftarların verdiği tepkinin ne kadar havada kaldığı bir yana, sistemin tedarikçisinin Eskişehirspor tanıtımını Gençlerbirliği görseliyle yapabilecek rahatlığı bulacak kadar konuyla ilgisiz.

Arda Turan’dan bu yana kendi altyapılarımızdan yetiştirip beş büyük lige ihraç ettiğimiz oyuncu yok. Zaten ülke bazında altyapılardan yetişip kulüplerinde oynayan futbolcu oranında sonuncuyuz. Bize en yakın ülke İtalya. Skandallarının yanı sıra balon bir şekilde büyüyen ekonomileri de paralel bu iki ülke dışında Avrupa’da bu oranın %11’in altına düşmediğini de eklemeli.

Devlet, birkaç enayi dışında bu düzenin kulüplerine uzun süre vergi ödetmedi. Harcamalarını denetlemedi, federasyonu lisans verdi. O lisanslar UEFA kapısından döndü. Sonra, şike yaptı diye futbolculara ceza verdi, kulüpleri es geçti. Avrupa geçmedi.

Devlet yetmiyor, ödül olarak kulüplere stat yapıyor. Daha doğrısı bazı şehirlere yapıyor, bazılarına yapmıyor. Kimse niye diye sormuyor. Bunların Anadolu’da olanları birlik olup, hiçbir şey üretmeden şampiyonların reytingi üzerinden her sezon havuz gelirinin artırılmasına yönelik dilenciliğiyle ünlüdür.
Yer olsa tefrika tefrika yazarım daha Türkiye futbolunun rezilliğini ama özet geçmek için mikrofonu Trabzonspor başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’na uzatmak kâfi. Geçen sene Habertürk’e verdiği röportajda aynen şöyle dedi:

“Benim dönemimde siyaset Trabzonspor’un iliklerine kadar girecek, yeter ki takımın faydasına olsun.”

12 Eylül darbesinden bu yana Türk futbolunun durumu bu. Yeni seçilen her kulüp yönetimi kapı kapı başbakan, bakan, bürokrat gezip sıra istiyor.

Zira saray seçkinleri tarafından bu topraklarda oynanmaya başlanan; sonra İtthatçıların, Cumhuriyet döneminde askeri ve sivil bürokrasinin ve iktidarların egemenliğine giren futbol, 1960 darbesinden sonra oluşan parti ötesi Türk burjuvazisinin oyuncağı haline geldi. 12 Eylül’ün ardından söz konusu egemenler Özal çatısı altında rant etrafında işbirliği içine girdikten sonra - sahada 11’e 11 oynanan oyunun kendisi bir yana - çözüümleyip kurtardığımız Türk futbol düzeni aslında Salazar’ın listesinde fado ve fatıma sonrası üçüncülüğü alan ve darbe sonrası sınıf ve eylem refleksi dip yaptırılmış halkı uyuşturma ve manipülasyon aracından başka bir şey değil.

Dönemine bağlı olarak çeşitli ideolojileri ve doktrinlerin bize enjekte edilme çabasını hep beraber yaşadık. Sonuncusu Türk islamcılığı.

Taraftarlar o gündür bugündür kulüp milliyetçiliklerini tatmin etmekle meşgulken naif bir kesim tribünlerde yarı yarıya hayâli kurmakla, düzenin erkleri ise aralarında şike vb. operasyonlarla hesaplaşaırken bir yandan o milliyetçiliği körüklemekle meşgul. Rasim Ozan Kütahyalı, Mehmet Baransu, Yılmaz Özdil gibi siyasi kalemlerin bu dönemde futbola fazlasıyla musallat olması sürpriz değil.

Türk futbolunu rayına oturtma şansı 3 Temmuz operasyonu sonrası hepimizin yönetime ortak olma çabasına girişmek yerine iktidarla birleşik kulüp yöneticilerinin şovalyeliğine soyunup kutuplaşmasıyla kaçtı.

Devlet ve para ortaklığı ve Tanıl Bora’nın deyimiyle Alman altyapısı asalaklığıyla gelen birkaç temelsiz başarı hikâyesiyle sevinmiştik. Sonunda kulüp milliyetçiliğinden ötürü milli takımın yuhalanmayacağı stat arayışı ve kimseyi memnun etmeyen kirli bir düzenle başbaşayız. Beter olalım.

ÖNCEKİ HABER

Artvin maden mücadelesini durmadan konuşmamız için 10 neden...

SONRAKİ HABER

Tepeden inme ‘uyum’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa