11 Mayıs 2014 07:07

Stalingrad, Halep, Reyhanlı, Odessa…

Komşusunun evini yakarken kendi camlarını da kıran ve yangınla birlikte bunun için de komşusunu suçlayan bir düzenbaz gibi… 53 yurttaşı, yaşamaya mecbur bırakıldıkları bir savaşın ateşiyle yanıp yok oldukları anda bir mezhep savaşı envanterine dönüştürerek…

Stalingrad, Halep, Reyhanlı, Odessa…
Paylaş

Hakkı ÖZDAL

1943’ün Alman ordusunun, Nazilerin devasa savaş aygıtı Wehrmacht’ın Doğu Cephesindeki komutanı General Pavlus, Stalingrad’a, biraz da –artık tamamen kontrolünü kaybetmiş durumda olan- Hitler’in zorlamasıyla, son saldırısına hazırlanırken; Fransız mandası altındaki Halep’in bin yıllık kalesinin hemen dibinde kurulu olan Citadel Carlton Hotel’de, Fransız, İngiliz, Amerikan ve bir kısmı Halep’e Antakya ve Antep’ten ulaşmış Alman ajanları köşe kapmaca oynuyordu. Stalingrad direnişçileri, savaş denilen vahşi zincirin en kanlı halkalarından biriyle girişilmiş o teslim alma hamlesini püskürtüp attığında ve hatta, Kızılordu’nun Dağistanlı neferi Abdülhalim İsmailov, Berlin’deki Reichtag binasına Sovyetler Birliği halklarının bayrağını diktiğinde de, Citadel Carlton Hotel, sadece Halep’in değil, Ortadoğu’nun ve onun üzerinde ‘oynayanların’ buluşma noktalarından biriydi.
***
Dünyanın yarıdan fazlasını kana boyayan, daha önce görülmemiş zulüm ve ölüm biçimleri tasarlayıp uygulayan, toplu katliamlara ve soykırımlara girişen, 50 milyon kadar insanın ölümünden bizzat sorumlu olan Nazizm, Berlin’deki karargahının en dipteki odasına kadar izlenerek ezildi, yok edildi. Ama etnik milliyetçilik, dinsel ayrımcılık, patriarkal baskı, geleneğin gericiliği ve öteki şeylerden beslenen dinci-faşist ‘sağcılık’ ve onun kimi zaman devlet kimi zaman ‘isyancı’, ‘mücahit’, ‘milis’ vs. görünümündeki terörü, yıkıcılığı süregeldi. Geçtiğimiz çarşamba günü, ellerinde tuttukları dış mahallelerden tarihi şehrin altına tünel kazarak, o bin yıllık Eyyubi kalesinin dibindeki, artık 200 yaşına yaklaşan eski otelin altını, dinamit, TNT ve gübre bombalarıyla tıka basa doldurup havaya uçuran ‘özgür Suriye savaşçıları’ gibi… 20. yüzyılın ‘benim’ diyen iç savaşlarına rahmet okutacak bir boğazlaşmanın, kışkırtmanın ‘Baharat Yolu’nda olan Antakya’da, Reyhanlı’da, tam da çocukların ve yaşlıların, alışveriş yapan kadınların ve kursa giden talebelerin sokakta olduğu bir anda bu ülke tarihinin en acımasız bombalarından birini patlatan ‘kuvvetler’ gibi…
***
Reyhanlı katliamı, Türkiye’nin haksız ve yetkisiz bir iradeyle dahil edildiği ve tüm insanlığın hep utanç içinde hatırlayacağı katlanılmaz boğazlaşmanın, alevleri gürültüyle dört bir yanı yalayan ‘komşu’ yangınının bir ‘kıvılcımı’, o kirli savaş ve vahşetin olağan bir taşkınıydı. Başbakan, -tüm birlikleri teyakkuza geçirilmiş propaganda aygıtını ve kamu gücünü kullanarak bir ‘zafer alayı’ gibi takdim ettiği- 30 mart gecesi konuşmasında, ‘seçim galibiyeti’nin müjdesini dağıtan büyük bir coşkuyla, “Yahu biz Suriye’yle savaş halindeyiz be” dediğinde, aslında bunu söylüyordu. Amacı, seçimden sadece birkaç gün önce ortaya saçılmış ve komşudaki yangına benzinin nasıl ve nereden döküleceğine yönelik bir ‘beyin fırtınası’nın dehşet verici konuşmalarını içeren o kaydı unutturmak değildi: Bilakis, o içeriğe dikkat çekiyor; artık ‘duyulmuş’ bulunan o uğursuz planların, bir savaşın doğal yöntemi olarak değerlendirilmesini ve meşru görülmesini istiyor; bu yolda karşılaşılabilecek yeni ‘savaş taşkınları’nın, yeni Reyhanlı ve Akçakalelerin, ‘mazur ve olağan’ karşılanması için ön alıyordu. Taraftarlarına, televizyonlardan seyretmedikleri, gazetelerden okumadıkları; etnik ve mezhepsel önyargıların, kalubeladan kalma mesnetsiz ve yanlış düşmanlıkların, aklın en sıradan, kaba çıkarın en dolaysız zaaflarıyla beslenmiş nefretin yordamıyla ‘ezber kıtaları’ haline getirildikleri bu savaşın, artık ‘zorunlu’ tarafı olduklarını hatırlatıyordu. Ve elbette aynı anda, bütün bu propaganda dişlilerinin hırçın çabasına rağmen Suriye halkına düşmanlaşmamış, oradaki kirli savaşla hiçbir zaman gönüldaş olmamış Türkiye halkına da dikte ediyordu bu ‘taraf’ olmayı…
***
2011 yılında, ta en baştan itibaren, daha fazla demokrasi talebiyle sokağa çıkma cesareti göstermiş barışçıl Suriyeli gençlerin meşruiyetini, kanlı ve yıpratıcı, yıkıcı ve bitmek bilmez bir iç savaşa dönüştürmekle görevlendirilmiş ve bunu maalesef derhal başarmış dinci terör grupları, 2003 yılında İstanbul’u iki kez ve dört noktada hedef almış, 100’ün üzerinde insanı gübre bombalarıyla öldürmüştü… Batman, Diyarbakır, Siirt, Van ve başka kentlerde, karanlık izbelerde, işkenceli sorgularla katledilmiş insanların iki büklüm iskeletleri; hiçbir din ya da kültürün teamülüne bile uymadan, sadece savaşın ve barbarlığın kürekleriyle gömülmüş cenazeleri, devlet marifetiyle organize olmuş ‘dinci’ kontra çetelerin bodrum katlarında betonlanmış halde bulunmuştu… Türkler ve Kürtler, tüm halklar, bu ‘cihad’ çığlıklarının, bu cennet vaatli vahşetlerin ne anlama geldiği konusunda bir deneyime sahipti. Ve Suriye’deki savaşta, hiçbir zaman, yöneticilerinin sahip olduğu motivasyona ve angajmana sahip olmadı. Reyhanlı katliamı, (tıpkı seçim gecesi tuhaf bir kolaylık ve özgüvenle açıkça itiraf edildiği gibi) savaşa sokulmuş, ama bundan haberdar edilmemiş bir halka karşı suçüstü yakalanmaydı. Halkın benimsemeyeceği, destek vermeyeceği bir gizli savaş oyununun dolaysız sonucuyken, halkı bu savaşa ‘mecbur’ etmenin bir fırsatına çevrilmek istendi. Haziran 2013’te, Gezi direnişinin de tüm ayarlarını alt üst ettiği bir öfke içinde parti örgütüne hitaben, “Reyhanlı’da 53 Sünni vatandaşımız şehit edildi” demesi bundandı. Halkın savaş karşıtı iradesini, bu irade tam da bir kabarmayla sokağa çıkmışken, iç gıcıklayıcı bir mezhep vurgusuyla bölmek, onun kafasını karıştırmak ve böylelikle gizli-açık yürüttüğü savaşına meşruluk devşirmek arayışındaydı. Komşusunun evini yakarken kendi camlarını da kıran ve yangınla birlikte bunun için de komşusunu suçlayan bir düzenbaz gibi… 53 yurttaşı, bilgileri dışında içine sokuldukları, habersizce cephe hattında yaşamaya mecbur bırakıldıkları bir savaşın ateşiyle yanıp yok oldukları anda bir mezhep savaşı envanterine dönüştürerek…
***
Potemkin Zırhlısı, 1905 devriminde, isyancı Potemkin bahriyelilerinin grevdeki işçilerle dayanışmak için yanaştıkları Odessa’da, bir direnişçinin cenazesi sırasında halkın Çarın askerleri tarafından katledilmesini unutulmaz bir merdiven sahnesiyle anlatıyordu. Eisenstein’a ilham veren Odessa da bu küresel terör kampanyasından nasibini aldı. Kiev yanlısı sağcı militanlar, 2 Mayıs günü bir sendika binasını, içindeki 46 insanla birlikte yaktı! Bir yolunu bulup can havliyle kendini dışarı atanları boğarak öldürdü, linç etti. Tıpkı Türkiye’de, barışçıl gösterilerde, ‘her nasılsa başlarından vurulmamış’ gençleri sokak aralarında yakalayıp kalleşçe linç eden, resmi ve gayrı resmi güçler olarak iç içe geçmiş çeteler gibi... Halep’te olabildiğince çok insanı öldürmek için meşakkatli tüneller kazıp içini bombalarla dolduran, Madımak’ta savunmasız insanların bulunduğu binayı üzerine bidon bidon benzin dökerek yakan, Reyhanlı’da ‘çok öldürmek’ hırsı ve arzusuyla, günün en neşeli ve en kalabalık saatini seçen ‘mücahit’ler gibi…
***
Reyhanlı katliamı, dini saiklerle devşirilip halkların koynuna sokulan asimetrik savaş aparatlarının, terör ve tedhiş kumpanyalarının, tekrarlanmaya çok müsait bir geri tepmesiydi. Dinleri, mezhepleri, inanışları, soy kökleri nedeniyle insanları katleden; bunu, kalanları da ölmekten beter eden bir dehşet duygusuyla yapan ırkçı-dinci-faşist savaş ve terör, son derece aktif bir şekilde dünyanın dört bir yanında büyük acılara yol açıyor: Halep’te, Odessa’da, Reyhanlı’da, kız çocuklarının koyun sürüleri gibi kaçırıldığı Nijerya’da…

ÖNCEKİ HABER

\'38 Dersim ve bugün; Bin derdim var hangisine yanayım!

SONRAKİ HABER

Unutma ağacı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...