12 Ocak 2014 07:00

Ece Temelkuran’da Araplar, Kadın ve Ütopya

Ercüment AKDENİZ

Memlekette “cadı avı” başlamıştı. İşten atmalar, soruşturmalar, polis fezlekeleri ve tutuklamalar… Biraz korku, biraz sitem, biraz da küskünlük içinde terk eyledi vatanı gazeteci…  Arap çöllerinde ve Doğu Akdeniz’in kıyı ülkelerinde halklar ayaktaydı. Oralarda yaşadı bir süre; yurda geri döndüğünde; elinde, memleket insanına vereceği bir roman vardı…

ORYANTALİST ETKİNİN ROMANA ETTİĞİ

Bir kadının kalbini fena kırmış bir adam… O adamı öldürmek için çölü geçmeyi göze almış dört kadın. “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”da Ece Temelkuran, okuru işte böylesi garip bir yolculuğa çıkarıyor. Yazarın çizdiği rota üzerinde Tunus, Libya, Mısır ve Lübnan sıralanıyor.
Arap coğrafyasının divalarından Warda, Ümmü Gülsüm ve Asmahan’ın unutulmaz şarkılarına göndermeler yapan Temelkuran, romana müzikal bir altyapı hazırlamayı da ihmal etmemiş.
Roman, eski Tunus malikânesinden bozma bir otelin taraçasında başlar. Serinlemek için bir şeyler içmek üzere terasa çıkan Türkiye’li gazeteci (yazar isim vermeden romana kendini yerleştirmiştir); Maryam, Amira ve Madam Lilla adında üç Arap kadınla tanışacaktır. Bu tanışmayla birlikte roman; Madam Lilla’nın kalbini fena halde kırmış o adamı öldürmek üzere çölü geçmeye karar veren dört kadının iç dünyasına ayna tutar. Bu tanışma; aynı zamanda dört kadınla birlikte dört farklı ülke ve kültürün de tanışması demektir. Dolayısıyla “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”, Türkiyeli okurun pek de alışkın olmadığı bir konu özgünlüğüne sahip.
Roman için seçilen üç Arap kadın karakter, kendi ülkelerindeki olayların içinden çıkıp gelmiş olmakla birlikte, artık kendi ülke gerçekliklerine yabancılaşmış gibidir. Onlarla birlikte Türkiyeli gazeteci de bir kaçışın içindedir. Çölün ortasında, bir otomobilin içinde yol alan kahramanların romana düşen siluetleri; tarihteki batılı oryantalistlerin gezi notlarını anımsatmaktadır. Örneğin ‘Madam Lilla, Kamelyalı kadın filminden çıkmış gibi’dir. Kurgu böyle şekillenince içeriği de belirlemektedir; yazar artık ne kadar toplumsal olaylara değinirse değinsin, bu değinmeler basit birer gönderme olmaktan başka bir anlam ifade etmezler. Böyle olunca da; Bin Ali diktatörlüğüne karşı ayaklanan Tunuslular ve Libya iç savaşına yakılan ağıtlar kadar, Tahrir’de devrim için direnen Mısırlılar da basit bir oryantalist fon olmanın ötesine geçemezler!

KADIN YARALIDIR…

“Amira, bize kadınları nasıl seveceğimizi anlatan bir kitap lazım.” Evet, bütün bu macera dolu gezinin sonunda, bizim Türkiyeli gazeteciye işte böylesi bir görev düşer. Zira romanın merkezindeki kadın (kadınlar) yaralıdır.
Kadın tarihsel olarak yaralıdır; çünkü“Eski Mısırlı matematikçi ve astronom kadın; Hıristiyanlığın ilk çıkışında, İskenderiye kütüphanesi yağmalandıktan sonra, coşkulu Hıristiyan gençler tarafından linç edilmiştir.”
Kadın mitolojik olarak yaralıdır; çünkü onun acısı Kartaca’nın kızlarının öyküsünde saklıdır. Erkek egemenliğinden ve savaştan çok çekmiş Kartaca’nın kaderini acaba Dido değiştirebilecek midir? Dido, Kıbrıs’tan 80 kız toplar ve Kartaca’ya gelir, Kartaca’nın yönetimini onlara teslim edecektir.
Kadın dinsel olarak yaralıdır; çünkü Felak Suresi’nde (Neffasati fi’l-u gad); “Düğümlere üfleyen kadınlardan sakının” diye buyrulur.
Kadın siyasal bakımdan yaralıdır; çünkü Mısır’da ordu mensuplarının vahşice sopaladıkları “mavi sutyenli kadın” ezilmişliğin bir simgesi haline gelmiştir.
Kadın toplumsal bakımdan yaralıdır; çünkü romandaki kadınlar Tunus devriminden sonra oturdukları bir kahvede aşağılanmışlardır; “Bayan burası erkekler kahvesi!”
Kadın aşk dünyasında yaralıdır; çünkü romandaki kadının duygularını ezip geçen Jezim Anvar ve Muhammed tiplemeleri, aradan yıllar geçmesine rağmen unutulmamış, bilakis yarayı her defasında yeniden kanatmıştır.
Sonuçta Temelkuran’ın bu romanda en güçlü şekilde anlattığı şey; kadının çilesi ve yaşadığı çelişkilerdir. Tahammül edilmesi mümkün olmayan bütün bu çelişkilere yazarın verdiği yanıt da bir o kadar serttir. O, mesajını romandaki diyalogların içinden vermeyi tercih eder;
“Hakikatte kadınlar, bu âlem içinde başka bir âlemde yaşarlar. İçine aşklarını ve büyülerini üfledikleri bir âlemdir bu. Erkekler biteviye o âlemi hırpalar, yıkar. Kadınlar ise yeniden üfleyerek nefesleriyle kurarlar o âlemi. Kadınlar, erkekleri de üfleyerek var ederler. Bir erkek, bir kadının nefesi kadardır; başka hiçbir şey değildir.”

DEVRİM VE ÜTOPYA

Yazar, romandaki gazetecinin içindedir, Tunus’ta çocuğunu döven bir anne görür ve sinirinden adeta deliye dönerek ona şöyle bağırır; “Devrim olmadı mı bu memlekette, niye çocuğunu dövüyorsun!”
Başka bir bölümde ve yine bir ‘çıkışma’ sahnesinde mevzu bir kez daha devrime gelir; “Bir gün sen de devrimci ve dans eden bir kadınla bayağılaşmadan konuşabilirsen, işte sizin devriminiz o zaman tamamlanır”
Bütün bu ve buna benzer diyaloglar gelip şu felsefi soruya varır; Kadın için devrimler hayati önemdedir peki ama her devrimin ardından yaşandığı gibi, ipin ucu yine erkeğin (eril sistemin) ellerine mi bırakılacaktır? Soru; kaynağını son derece devrimci bir çelişkiden almaktadır ama ne var ki, yazarın bu soruya verdiği cevap kadını toplumsal devrimlerin yasalarından koparmaya ve sonuçta romantik bir ütopizme kapanmaya götürür. Bunu en özlü ifade eden diyalog ise hayat tecrübesinde en kıdemli kahramanımız Madam Lilla’ya aittir:
“Hem siz kendinize bakmalısınız. Hanımlar, bu noktada mühim olan kadınlar. Erkekler nasıl olsa bir düzen kurup onun askeri olurlar. Peygamberleri ve devrimleri sadece kadınlar ciddiye alırlar. Siz kendinize bakın da bu sefer aldatılmayın. Dünya inancını kaybetti hanımlar. Dünyanın bir planı yok. Ama biz daha iyisini yapabiliriz. Kadınlar daha iyisini yapabilir.”

KEŞKE...

Ünlü Rus yazar Çernişevski “Nasıl Yapmalı”yı yazdığında tarih 1860’lardaydı. O, bunalımlar içindeki kahramanlarını ütopik bir sosyalist üretimin içine sokmuş ve onlara bir çıkış yolu açmaya çalışmıştı. Çözüm modeli tartışmalı olmakla birlikte Çernişevski, kendi çağının sınırlarını zorlayan devrimci bir adım atmıştı. Aradan yüz elli yıl geçti ve bu arada nice toplumsal devrim yaşandı.
Bugün, Temelkuran’ın, bunalımlar içindeki Arap kadınına bir dans kulübü kurdurarak, mutluluk için çıkış yolu sunması hayli ilginç doğrusu! “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”ın, birazcık da olsa Çernişevski ve “Nasıl Yapmalı?​”yı çağrıştırması da bundan ileri geliyor zaten.
Ne var ki ütopik olan her zaman devrimci olmuyor. Zira 1860’larda yaşamıyoruz artık ve bugün, çağın -bırakalım ilerisine geçmeyi- en azından gerisine düşmemek için; dans kulübünden öte modeller üzerine kafa yormak gerekiyor.  
Romanda bir devrim tartışması olmasaydı eğer, belki “eyvallah” denip geçilebilir ve böylesi can sıkıcı polemiklere gerek kalmayabilirdi.
Son dönem, Arap coğrafyasını konu edinen; daha çok da yabancı yazarlara ait popüler romanların temel çelişkisi, genellikle hep aynı noktada düğümlenip kalıyor. Coğrafyanın çektiği acılara ve yaşadığı çelişkilere dokunan yazarlar, bir biçimde işi bir çözüm tartışmasına getiriyorlar ve fakat sonuç ne yazık ki ya nihilizme ya da kendini coğrafyadan izole eden ütopik hayallere bağlanıyor. Keşke Temelkuran da böyle yapmasaydı…

Evrensel'i Takip Et