‘Çocuklar insandır’
Sennur SEZER
Yaşar Kemal dünyada eşine az rastlanan destan yaratıcı yazarlardandır. Yaşananların nabız sesleri duyulur yazdıklarında. Bu yüzden yalnız öykülerini, romanlarını değil röportajlarını da hayatın baş döndürücü temposuyla okursunuz.
Yaşar Kemal’in çiçekleri, kuşları ve çocuklarla ihtiyarları bütün varlıklardan; bu seçkin varlıklar için yazdıkları da bütün öteki yazdıklarından daha önemlidir. Çünkü o çocuk damarını köreltmemiş ender insanlardandır.
Çocuklar onun yazdıklarında öyle canlıdır ki, bir çocuğu anlattı mı, gelir gözünüzün önüne yerleşir. Köşeyi dönerken, otobüse yetişirken o çocuğa rastlarsınız boyuna. Kalabalıkta bir an sesini duyarsınız. O röportajı yıllar önce yapmış/yazmış. Diyelim 1975’te. Otuz yıl geçmiş üstünden, o çocuk çoktan büyümüş saçlı sakallı bir adam olmuştur. Aklınız size bunu hatırlatsa da boşuna. İşte az ilerinizde yan gelmiş E-5’in kenarına. Gördüğünüz Kaya mıdır, onun bir benzeri midir, Yaşar Kemal’den başka kim bilebilir?
Yaşar Kemal’in çocuklarının bunca canlılığının nedeni belli: “Ben çocukları çok severim. Onları anlamaya çalışırım sevmekten daha çok. Ben çocuklara çocuk gibi davranmam. Bir çocukla ilişkim, dostluğum, arkadaşlığım varsa, o benim arkadaşımdır, çocuk değildir. Çocuk gibi bakmam. Ayrı bir insan türü gibi bakmam. Niye bu böyle? İnanmadım hiçbir zaman çocukların, insanların çocuklara davrandığı gibi çocuk olduklarına. Basbayağı insandır onlar. Çok şey öğrenmemiştir daha, zenginliği azdır yaşlanmış insanlara karşılık, daha az yaşamıştır, ama düpedüz insandır.”
Yaşar Kemal toplumumuzun çocukları mutsuz ettiğine inanır: “Anaların babaların çocuklara yaptıkları inanılmaz bir zulüm benim için. Ayrı bir yaratıkmış gibi bakıyorlar. Korkunç baskılar yapıyorlar. Baskılar, dayaklar, öğütler canından usandırıyor çocukları. Ya da şımartıyorlar şefkatle, okşamayla. Çocuk insanlıktan çıkıyor her iki halde de. Yine benim çocuklarda saptadığım bir şey var, bütün çocuklar evlerden kaçmak istiyor. Benim bu bir araştırmamdır. Derinliğine indiğin zaman her çocuk, bir eli yağda bir eli balda bile olsa, kaçmak istiyor. Çocuk, dünyamızda rahatsız bir kişidir. Bu, dünyamızın da bir sorunu. Bu kadar kötü yetiştirilen, bu kadar kötü davranılan insanlar büyüdükleri zaman yarım oluyorlar. Savaşların, kötülüklerin nedenlerini ararsak, temelde çocuklukta insanların başından geçenler karşımıza çıkıyor.”
Dünyanın değişmesi için bizim çocukları ciddiye almamız gerekiyor.
‘ALLAHIN ASKERLERİ’
Yaşar Kemal’in 1975 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan röportajları üç yıl sonra Allahın Askerleri adıyla kitaplaşmış. Bu röportajlara ad olan bu ürpertici deyim bir sokak çocuğunun, Yaşar Kemal’in arkadaş olduğu, maceralarını dinlediği çocuklardan birinin: “Biz birbirimizi nedense tanıyıveririz. Ya bir koku vardır, öteki insanlardan ayrı, ya bir ses, ya bir duruş. Biz Allahın askerleriyiz abi. Allahın askerlerinin hali durumu başkadır abi. Allahın askerleri başkadır abi, başka...”
Bu deyime sığan düş gücü kurtarılabilseydi.
Yaşar Kemal gece yarıları ya da sabahları sokaklarda, parklarda, deniz kenarlarında, sabahçı kahvelerinde, sebze halinde, kimsesiz çocuklarla arkadaş olmuş. Önce bu çocukların sığındırıldıkları yurtlarda, Çocuk Bürosunda başlamış işe. Ama resmi görüşmelere kısıtlamalar getirilince o da sokaklara vurmuş kendini, evlerinden kaçan, kimsesiz kalan bütün çocuklar korunmaya alınamıyor ki.
Zorla fuhşa itilen, fuhuş vaat ederek dolandırıcılık yapan, hırsızlık ustası çocuklar ona bir bir anlatmışlar serüvenlerini. Onu kendilerinden saymışlar. “Biz kimsesiz, kaçmış, berduş çocuklarız” diye tanıtmışlar kendilerini. “Kurnaz” olduklarını söylemişler. “Hayallerini, yalanlarını, kendi kendilerini kandırışlarını (...) yattıkları yerleri, ağaç kovuklarını mağaraları, vapur bacalarının altlarını, surları, kamping evlerini vagonları, köprü altlarını, yıkık evleri, yangın yerlerini, yarı yıkık evleri, ormanı” açık açık anlatmışlar. Onlar anlattıkça Yaşar Kemal şaşkına dönmüş, neye uğradığını anlamamış, başı dönmüş.
Arpacılık, tufacılık, söğüşçülük yapmak istese birlikte yapacak kadar güvenmişler ona.
Bu çocukların evden kaçmışları yanında yetiştirme yurtlarından kaçanları da var. Yaşar Kemal, Yetiştirme Yurtlarından karpuz sergilerine çalışmaya gönderilen çocukların da öykülerini çiziyor.
Balon satma ustası Kadir adlı bir çocuğun da öyküsü var. Çocuğun babası grevci bir işçiymiş. Atılmış fabrikadan. O da saatini satıp toptancıdan balon almış. Balon gazı doldurmuş balonlarına. Satmış, kâr etmiş. Babasına ekmek parası vermiş. Eskiden pek sevmezlermiş Kadir’i, şimdi el üstünde tutuyorlarmış. Her şey güzelmiş ama bir gün Kadir biriktirdiği paraları alıp kaçmış. Antalya’dan bir mektubu gelmiş. Aramış bulamamışlar. Yaşar Kemal, Kadir’in sevilmeye aç, alıngan bir çocuk olduğunu sezdiriyor.
Yalnız şunu unutmayın; öyküsü anlatılan hiçbir çocuğun resmi, gerçek adı hatta geldiği şehrin gerçek adı yok röportajlarda.
Bu öykülerden yalnız biri bir kızın, Zilo’nun.
KUŞ YEMCİ ZİLO
Zilo’nun babası yirmi beş yıldır İstanbul’da. Hamal. Zilo’nun anasından altı çocuğu olmuş. Kadın yedinciyi doğururken ölmüş. Aldığı ikinci kadın da ona dört çocuk doğurmuş.
Zilo Fener’i, Fatih’i Sur dibini, Dolapdere’yi biliyor.
En çok Dolapdere’yi seviyor, oranın insanları çok iyiymiş. Çingeneymişler ama çok iyi olduklarından Çingenelikten “çıkışmışlar”. Zilo diyor ki: “Onlar Çingene ama, ne yapsınlar Allah onları Çingene yaratmış, ama onlar Türk olmuşlar, Türkçe konuşuyorlar. Onlar insan olmuşlar. İnsan bu kadar sevinç taşınca varsın Allah onları Çingene yaratsın, hiç, hiçbir kıymeti olmaz Çingeneliğin...”
Zilo trenlerin altında yatıyor. Üstünden koca katar geçip gidiyor, fark bile etmiyor. Apartmanların merdivenlerinde üşüyerek uyumaya çalışıyor. Komşu kızları bir defa sinemaya götürüp konyak içirmişler. Zilo o zaman teyzesinin evinin bodrumunda yatıyormuş. Sinemadan çıkınca iki kişi takip etmiş onu, biri ağzını kapatmış, biri de kötülük yapmış. Üvey annesine söyleyince şişi kızdırıp yakmış edep yerini. Zilo’nun anlattıklarında bir de beş yüz lira sözü geçiyor. O komşu kızları almışlar o parayı. Öykü epey karışık ya da Zilo özellikle karıştırıyor.
Ama şu önemli; Zilo ondan sonra hep kaçıyor evden. “Zilo kaçıyor, durmadan kaçıyor, parklara, Sirkeci’ye kaçıyor, vapurlara biniyor bütün Boğazı dolaşıyor. Yooo, ne var yani, bütün çocuklar dolaşıyor, dolaşmak onun da hakkı değil mi, orada kalenin altında, anasının mezarına çiçekler koyduğu yerde yaaaa, güzel giyinmiş hanımlar ölülerine çiçekler koyarlar, orada kalenin dibinde, koskocaman bir kuş, anasının mezarının başında, kocaman, kocaman kanadını açmış bir kuş, mezarlığın orda var ya, karşı tarafa da geçti, Kadıköy’ü, Beylerbeyini de biliyor, neden bilmesin, bütün çocuklar biliyorlar. O eve gidiyor, üvey annesi dövüyor. O gene eve gidiyor, annesi gene onu dağlıyor. Babasıyla da durmadan kavga ediyor. Çocuklarına, kendi doğurduğu çocuklara yemek veriyor da...” En sonunda Eminönü’nde kuşlara yem satmaya başlıyor. Ama kız olmak zor bu hayatta.
Zilo’nun tek gözü var, ama eli çabuk bir yankesici. Şimdi Çocuk Bürosunda her öğün yemek yokmuş. Öyle çok çocuk varmış ki, fukara hükümetimiz bu kadar çocuğa her öğün yemek veremiyormuş.
Zilo’nun bir düşü var, kuş yuvası gibi küçücük bir ev istiyor. Dolapdere’de. Tahta. İki de sandalye. Sonra bir kolye. Bir yüzükle, bir küçük saat. Boyunlu bir kazak, etek, ayakkabı, çorap... Yemek için etli kuru fasulye, pilav yoğurt. Söylemiyor ama üvey anasının kahvaltıda “zukkumlanıp” ona vermediği margarin, zeytin, çay da aklında.
Bu röportaj yapıldığında 1975 yılında resmi açıklamalara göre İstanbul’da yirmi bin, Türkiye’de üç yüz bin başıboş çocuk olduğunu söylüyor. Şimdi bu sayı kaç acaba?
Bu sayı çok önemli çünkü “çocuklar insandır.
Evrensel'i Takip Et