20 Temmuz 2013 17:00

Celine & Jesse’yle baş başa: Beklemek bazen güzeldir

Seçil Toprak

İlk film 1995’te seyircinin karşısına çıktığında belki yakalayıp izleyeniniz olmuştur. Ben biraz geriden takip ederek, vizyon tarihi benim sinemada yakalayabileceğim tarihlere daha yakın olan ikinci film, Before Sunset’le başladım seriye. Biraz tersti tabiî bu yakalayış. Ne de olsa ilk filmin üzerinden dokuz yıl geçmiş –dikkat ederseniz, her filmin arasında dokuz yıl var- ve otuzlu yaşlarında, daha önce birlikte oldukları belli, gençten sayılabilecek iki insanın sohbetlerine tanıklık ediyordum. Filmin arasında yapılan geriye dönüşlerle Sunset’ten önce bir filmin daha olduğunun ayırdına vardım ben. Richard Linklater, özellikle ilgileneni değilseniz, adını sıklıkla duyabileceğiniz bir yönetmen değildi o zamanlar. Dolayısıyla filmlerine ulaşmak, hele ki dokuz yıl önceki filmini bir yerlerde bulup izlemek kolay değildi. Ancak Before Sunrise elime geçtiğinde Celine’le Jesse’nin birbirini dokuz yıl beklemesi gibi bir süre geçmiş olmasa da epey zahmete değmişti.

Yirmili yaşlarında ve deli dolu diye adlandırılabilecek biri Amerikalı diğeri Fransız iki gencin, “bir gün bir çılgınlık edip” kendilerini Viyana sokaklarına atmalarını anlatan ama tabiî ki bundan fazlasını vaat eden bir filmdi Sunrise. Öyle ki eş zamanlı gibi hissettirilen zaman akışıyla gün bitmeye yaklaştığında bu iki insanın konuşmalarından arda kalanlarla kendinizden bir parça koyarak büyüttüğünüz anlam kendi tecrübeniz gibi gelmeye başlıyordu. Gün doğumunda biten maceradan geriye daha sonra buluşmak için verilen sözler ve bir bekleyiş kalıyordu. Bu üç filmin bana göre romantiklikle bağdaşlaştırılabilecek tek halkası bu ilk filmdi. Sonrasında gelen Sunset ve bugünlerde görme şansına eriştiğimiz Midnight gerçekçilikle yoğurduğu aşkı ve hayatı yüzümüze bir tokat gibi çarptı.

DOKUZ YIL SONRA...

Yıl 2004. Fransa’da küçük bir kitapçı... Açılış sahnesinden itibaren gördüğümüz yüz Jesse (Ethan Hawke) ve anladığımız kadarıyla bir kitaptan bahsediyor. Sorulan sorulardan ve verdiği cevaplardan anlıyoruz ki o “aşk”ı anlatan bir roman yazmış ve evet, Celine’nin (Julie Delpy) yer yer Amerikalılığıyla alay ettiği genç adam bir yazar olmuş. Ve onu hayran gözleriyle izleyen ve kitapçının bir köşesinde duran Celine... Dokuz yıl sonra biz onlarla karşılaşırken aslında onlar da birbirleriyle karşılaşıyorlar. Ve bize de geçen bu dokuz yıl zarfında –ki reel zamanda da geçen süre aynı- yaptıklarından ziyade yapamadıklarına ortak olmak kalıyor filmin bitiş jeneriği akana kadar.

Kitapçıda karşılaştıklarında, her şey ne kadar da düzgün görünüyor aslında. Her ikisi de hayatından memnun, birbirlerine rastlamaktan dolayı biraz şaşkın. Dakikalar biraz ilerledikçe, ikisinin de kızgınlıkları, sevinçleri, hüzünleri, sinirleri, düşünceleri, kayıpları ortaya çıkıyor. Bir noktadan sonra saklamak yersiz kalıyor. Ve aklını, kalbini dokuz yıl boyunca kemiren soruyu soruyor

Jesse:
-Neden gelmedin Celine?
En büyük hayal kırıklığının başlangıç noktası gibi görülen bu soru aslında Jesse’nin çok düzenli gibi görünen hayatının tepetaklak gidişini, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını da gösteriyor. Bu soru belki çok önemli ama cevabı önemli değil. Çünkü gelmemişliğin, buluşamamışlığın yarattığı o “Olsaydı nasıl olurdu?​” sorusu seyirciyi kalbinden yakalayan yönü filmin. Celine, karakter olarak filmde Jesse’den daha baskın. Yaşadığı kırılganlıklar, güçlü görüntüsünün, kendine yetebilme kabiliyetinin altında kedisinde şefkat bulan, sevilmeyi bekleyen bir kadın o. Kırılgan... Bu yapıyı Delpy fazlasıyla yansıtabilmiş perdeye. Zaten sinema tarihi içinde yaratılan en iyi çizilmiş kadın karakterlerden biri Celine. Hatta onun özellikle Breakfast at Tiffany’s (Tiffany’de Kahvaltı, 1961) filminin Holly’si ve Une Femme est Une Femme (Kadın Kadındır, 1961) filminin Angela’sının 2000’lerdeki izdüşümü olduğunu düşünüyorum.

Sunset’in kapanış jeneriği akmadan önceki son cümleleri Jesse’nin yetişmesi gereken uçağını kaçıracağını işaret etmişti bize. Dolayısıyla biz bir dokuz yıl daha beklerken onlar “birlikte olsalardı nasıl olurdu?​” sorusunun karşılığını yaşamışlar geçen yıllar boyunca. Tabiî yaşanabilecek sayısız olasılığın yaşananlar yanında uçup gitme, hayallere karışma hali de baki. Çünkü seçtiğimiz her yol bir diğer yoldan uzaklaştırıyor bizleri. Celine ve Jesse’nin de Midnight’ta karşımıza çıktıklarında kırklı yaşlarını çocuklu sürüyor olmaları belki de bizim onların hiçbir zaman girmeyeceklerini düşündüğümüz sahaya daldıklarını da gösteriyor.

Midnight detaylandırdığı her anın ardına hayal kırıklıkları, sevinç, üzüntü, boşvermişlik, çaresizlikle dolu bir tarih döşüyor. Yani herhangi bir insanın yaşamının herhangi bir anında hissedebileceği ölçüde gerçek duygularla beziyor geçen her dakikayı. Zaman zaman bir hesaplaşmaya dönüşen dokuzu ayrı dokuzu da birlikte geçen on sekiz yıllık ilişkileriyle Celine ve Jesse, yaşayan birer karakter olduklarını yine hissettiriyor izleyiciye. Seçtiği konuyu işleyişi bakımından belki kaçmak istediğimiz gerçeklikleri yalın haliyle sunuyor bize ve aslında Before serisi filmlerin izleyiciyi temelden kavradığı noktanın da bu olduğunu anlıyoruz: yalınlık. O kadar yalın ki içi görünüyor şeffaflıktan. Bizi bu filmlere bağlayan sebeplerden en güçlüsü bu aslında. Bazılarının “Ben sinemada başka dünyalar görmek  istiyorum” kaçışı da kâr etmiyor, çünkü insanın kendinden kaçmasına imkan yok.

Evrensel'i Takip Et