Meydanların gümbürtüsü
Ormanların gümbürtüsü başıma vurur
Kahire’nin trafik keşmekeşiyle, işportacı ve dilenci ordularıyla, sürekli yorgun en büyük meydanı Tahrir, 30 yıldır usanmadan kanlı bir diktatörlük uygulayan Mübarek’in sonunu getireceklere kucak açacak gibi görünmüyordu.
Kahire’nin neyin peşinde oldukları pek anlaşılmayan acar gençleri de, böyle bir sonu hazırlayacak, omuzlayıp götüreceğe benzemiyorlardı. Sürekli homurdanarak , hayatlarından hiç memnun olmadıklarını umarsız direnişlerde gösteren işçiler, çölün kıyısıyla Nil’in dar kenar şeridi arasına sıkışmış, topraksız bırakılmış emekçi köylüler, ağır tartışmalarla kendilerini yoran aydınlar... Tek örgütlü toplumsal güç olan Müslüman Kardeşler dışında hepsi, Mübarek’in Piramitler kadar eski ve onlar kadar dirençli olduğuna içten içe umutsuz bir biçimde inanmış gibiydiler.
Sonra birden hiç beklemedikleri bir yerden, kendilerine çok benzeyen Tunus’tan bir ilham geldi. Çok kalabalık olurlarsa, bir yerde toplanıp çok güçlü bir sesle ve inatla bağırırlarsa diktatör kaçabilirdi! Öyle yaptılar ve 18 günde son firavunu alaşağı ettiler.
Sonrasını pek düşünmemişlerdi. Çok örgütlü ve her türlü siyasetten anlayan Müslüman Kardeşler de herifin bu yoldan gidebileceğine pek akılları kesmediğinden başlangıçta meydanın kıyısında dolaşmışlar, olup biteni seyretmiş pek de hayra yormamışlardı. Sona doğru onlar da seslerini yükseltince, yalnız Tahrir Meydanı değil, bütün kentlerin meydanları sallandı.
Komplo teorileri, uluslararası güçler vs. tartışmaları arasında geçen sürede, meydan halkı hayatlarında hiçbir şeyin değişmediğini ve her şeyin kötüye gitmeye devam ettiğini gördü. Kaynayan kazan, kapağını attı ve iki yıl sonra Tahrir, yine “Hürriyet ve Onur” isteyenlerin eline geçti.
Nüfusun neredeyse yarısının günlük 2 dolardan daha az bir gelirle yaşamaya çalıştığı Mısır’da bu kez, meydanı dolduranlar arasında, her gözlemcinin birleştiği bir özellik olarak artık yoksullar çoğunlukta! Mursi’nin Müslümanlığından da kardeşliğinden de bir şey anlamamış olanlar, verdikleri oyu geri almak için Meydan’a gelmişlerdi. Bütün ülkede otuz milyon insan “Yallah Mursi” diyordu artık... İstedikleri yine aynıydı: “Onur ve Hürriyet!”
Büyük bir meydana toplanıp yüksek sesle, inatla ve uzun süre bağırınca diktatörlerin ayakları altındaki zeminin zangırdayacağını Tunus ve Mısır’dan öğrendik. Büyük olasılıkla, 21. yüzyılın devrimlerinin genel biçimi bu olacak... diye konuşurken, “üç-beş ağaç yüzünden” öfkeyle Taksim meydanına toplananlar, önce böyle bir niyetleri yokken, çoğalıp sesleri gürleşince “niye olmasın ki?” demeye başladılar ve zemin bu kez Türkiye’nin kalbinde zangırdayamaya başladı.
Ama aslında, Tahrir ve Taksim arasında çok önemli, belirleyici ve gelişmenin seyrini de bundan böyle etkileyecek olan çok önemli bir farklılık vardı.
Tahrir, kendisine başka bir gelecek isteyen, diktatörün gitmesiyle yeni bir döneme geçileceğine inanıyordu. Taksim ise, yeni ve bambaşka bir dünya istemekten çok, elde kalanı korumak derdindeydi. Doğasıyla, yaşam tarzıyla, tercihleriyle müdahale edilmeksizin yaşamayı istemek bile hayati önem kazanmışken, yani, bir bütün olarak hayat elden giderken, yenisini ve daha ötesini tasarlamak mümkün değildi zaten. Belki de, “git” demekten çok, “dur, yeter!” demek istiyordu.
Taksim’in kalp atışları, hükümetin her tersliğinde daha hızlı atıyordu. Hükümet sakinse, Taksim de öyleydi. O saldırınca, en sert, en inandırıcı, en etkili tepkiyi gösteriyordu. Dur! Yeter!
Bu, uzun zamandır, işçilerin, emekçilerin haykırışlarında duyduğumuz sesle aynıydı. Özelleştirmeleri durdur, hak gasplarına yeter, sendikasızlaştırmayı durdur, savaşı durdur, hukuksuzluğu, şantajı, rüşveti, baskıyı durdur... Dur, yeter! Buraya kadar!
Taksim direnişinin de asıl niteliği bu oldu. Ağacımı kesme, hayatıma karışma, bana ne yapmam gerektiğini parmağını sallayarak söylemeye kalkışma, kaç çocuk doğuracağıma, ne yiyip içeceğime ben karar veririm! Dur! Yeter!
ACAYİP BİR İŞARET FİŞEĞİ
Pek ilgili gibi görünmüyor ve toz duman içinde unutuldu; Gezi direnişinden az önce, Ankara’da olağanüstü ciddi, belli ki bir dönüm noktasına işaret eden “Öpüşme Eylemi” gerçekleştirilmişti. Bunun müthiş bir işaret fişeği olduğunu şimdi geriye doğru bakınca anlayabiliyoruz. Ankara’da metro istasyonlarında “ahlaklı davranın” gibi aşağılayıcı bir anons yapılınca, gençlerin buna cevabı kıyamet kadar sert oldu... Öpüştüler! Bence bu eylem, bütün sosyal-siyasal parametreleri alt üst eden, girilen yolun karakterini ve mümkün direniş biçimlerinin ne kadar akıl almaz olabileceğini gösterene bir eylemdi.
Şimdi geriye dönüp Taksim merceğiyle bakınca, Ankara Metro Öpüşme Eylemi’nin tarihsel önem taşıdığı görülebilir. İkisi arasındaki derin tarihsel, toplumsal, kültürel birikim öğelerin birliğini araştırıp tartışmayı sonraya bırakalım; ama şimdi bu haliyle söyleyebileceğimiz bir şey var: Bizimki gibi bir ülkede, başkentte, gençler böyle bir eylemi sonuçlarını göze alarak tasarlayabiliyor ve uygulayabiliyorsa çok şey birikmiş ve patlama noktasına gelmiş demektir. Ve bu patlama, Gezi Direnişi boyunca görebildiğimiz yine olağanüstü biçimler aldı.
Nelerin neleri biriktirdiğinin listesi çok uzun. Geriye doğru bakınca görülebiliyor, ama yaşarken pek farkına varılmıyor. Her biri tek tek olgular gibi duran, küçük ve basit işlere karşı küçük ve basit direnişler halinde görülebilen olaylar, zincirleme birbirine bağlanıyormuş meğer. Emek Sineması direnişi mesela! AKM protestoları mesela! Sanki sadece tiyatrocuların, sinemacıların derdiymiş gibi bir çoğumuzun burnumuzun ucuyla izlediğimiz gösteriler...
Hepsi, “Dur, buraya kadar, yeter!” diyen eylemler...
Ama biriken ve biriktikçe niteliği değişmeye yönelen eylemler...
TAHRİR VE TAKSİM: MEYDANA KONAN SANDIK
Sonuçta her iki meydanın birlikte gösterdiği temel siyasal bir gerçek var. Seçimlerde çok yüksek oy oranlarıyla iktidar olanlar, o oyları ceplerinde ve hep kendilerinin malı olarak kalacak bilmesinler. Sandığı yeniden kuran ve oyları geri isteyenler çıkabilir, çıkıyor da. Geri istemenin biçimi meydanları gümbürdetmek oluyor. Mursi’nin güvendiği yüzde elli, cılız ve moralsiz bir itiraz yükseltmenin ötesine geçemedi. Tıpkı Türkiye’deki simetriği gibi... Çünkü ikisi de artık yüzde elli falan değiller.
Açıkça söylemek gerekir: Mısır’daki askeri darbe, Meydan’a karşı yapılmıştır. Mursi’yi iktidardan almak, rejimi korumak içindir. Aynı bela Türkiye’de de başımıza gelebilirdi. Meydanları susturmak için öfke nesnesini ortadan kaldırmak, rejimin selameti bakımından tercih edilen bir yol olabilirdi. Madem Tahrir öğretmenlik yapmaya devam ediyor, biz de öğrenciliğimizi sürdürelim. Askerin hakem rolüyle ortaya çıktığı her yerde kaybeden Meydan olacaktır.
Nazlı yarin hayali karşımda durur
Meydanları zaptetmenin başka yolu olmadığını gören işbirlikçi ordu, o sırada devreye girdi. Mübarek’in kazasız belasız gitmesine aracılık etti. Seçimler, anayasa falan... Diktatörü kovalamakla “Onur ve Hürriyet” kazandıkları duygusunu tadan meydanlar, bu geçiş biçimine razı oldular. Sonra seçimler yapıldı ve Müslüman Kardeşler, beklendiği gibi büyük çoğunlukla iktidara oturdular.
Her şey çok güzeldi, çok etkileyiciydi, görülmemiş derecede sevgi ve ilgi çeken bir eylem süreciydi. Gittikçe ortak bir talep ve hedefi netleştiren ve mücadeleye rengini veren bir simge ortaya çıktı. “O kişinin iktidarda bulunması” biçiminde özetlenebilecek bir hedefti bu. Simgede yoğunlaşan öfkenin kendini programsız bırakması, Tahrir’de olduğu gibi, Taksim’de de sonrasını askıya aldı.
Seka, Tekel direnişleri böyleydi, Paşabahçe böyleydi... Daha ileri gitmeyi düşünemeyecekleri kadar geriye itilmişlerdi ve şimdi artık yalnızca bulunduğu yeri korumak için direniyordu işçiler emekçiler...
Şimdi pek çok ciddi adam, “şu olurken neredeydiniz, bu olurken neredeydiniz?” gibi çok akıllıca sorular soruyor ya... Bunun çok kolay tek bir cevabı var: “Biriktiriyorduk!”
Zamanında anlayamadık!
Ve meydanlar gümbürderken, o türküde olduğu gibi bir başka yarin hayali de kendisini gösteriyor: Devrim!
Evrensel'i Takip Et