Rahatını biraz bozacaksın kardeşim
oysa karyolalar tahtaydı, dardı” demişti Nâzım Hikmet şiirinde.
Yıllardır derin uykulardayız oysaki karyolalar hep tahta, dar ve biz de bir sıfat daha ekleyelim: rahatsız. Halbuki yattığımız yerde rahattık; uyku derin, iklim ılımandı dört bir tarafta fırtınalar kopsa da. Bireysel dünyamızın sınırları içerisinde hissettiğimiz rahatsızlık belki dürtebiliyordu bizi ama gerisi nafile(?) değil elbet; hiçbir hareket, rahatsızlık, düşünce, yaşamı iyileştirme çabası nafile değil. Son bir aydır fiilen yaşananlar sadece zihnin bir köşesinde yer eden isyanın, “Ben de varım, buradayım” demenin fiiliyata, alanlara dökülmesi değil de nedir?
Boşa okumuyoruz kitapları, filmleri boş yere izlemiyoruz. Fikir dünyamızda, kalbimizde bir yerlere oturuyor izlediklerimiz, okuduklarımız, duyduklarımız. Tüm bunlar bizi “insan” kılıyor. Yoksa yemekten, uyumaktan vs. mürekkep değildir insan. Ve biz izledikçe, anladıkça çoğalıyoruz.
Geçtiğimiz Nisan ayında düzenlenen 32. İstanbul Film Festivalinin senelerdir süren çok değerli bir bölümü var: Sinemada İnsan Hakları Yarışması. İşte bu bölüm dahilinde gösterilen filmlerden biri, İnşallah (Inch’Allah, 2012). Kendine mekân olarak sancılı coğrafyalardan birini, Filistin’i seçen İnşallah filmi Kanada-Fransa ortak yapımı ve Kanadalı kadın bir doktorun savaşın orta yerinde, Ramallah’ta görevini icra ederken yaşadıklarını, tanık olduklarını anlatıyor. Anaïs Barbeau-Lavalette adlı kadın bir yönetmenin gözünden ve kaleminden izliyoruz filmi çünkü senaryo da kendisine ait. Aslında bu önemli bir detay çünkü merkezinde yer alan doktorun kadın olması ve filmin deyim yerindeyse sahibinin de kadın olması filme ayrı bir duyarlılık örgüsü katıyor. Kimi zaman es geçilebilecek bir detayın yakalanabilmesi, farklı duyarlılıkların görünür kılınabilmesi yönetmen gözüyle sağlanabilecek şeylerdir. Kadın bakışı diyebileceğimiz duyguların detaylandırılması da filme his açısından ayrı bir boyut eklemekte.
Filmin konusunu kısaca özetlerken merkezde Kanadalı doktor bir kadının olduğunu söylemiştik. Ancak bu kadın yalnız değil. Onun görüşünün içinde yer alan başka bir kadın, Filistinli Rand esasında hikâyeye şekil veren kişi. Tabii onun hapiste olan kocası, kendisinin hamile oluşu (zaten bu sebeple doktor Chloé ile tanışıyor) yaşadığı ortam, tekmili birden filmin zeminini oluşturuyor. Bunun yanında bir başka kadın, İsrailli Ava da karşı cephenin temsilcisi olarak bir çatışma unsuru gibi yer alıyor filmde. Görüleceği üzere hep kadınlar hâkim filmin dünyasına. Ve çocuklar... İsrailli askerlerin ezmekte beis görmedikleri küçük bir erkek çocukla, Süperman kostümü içinde dolaşan bir başka çocuk. Sanki dünyanın tüm kötülüklerinden ailesini koruyabileceği veya kötülükleri anında silebeleceği düşüncesindeymiş gibi bir naiflikle giyilen o kostüm. Bakılsa da görülmez, görülse de duyulmaz insanların kendini var etme, görünür kılabilme çabalarının dışvurumu. Merkezinde Batılı bir kadının yer alması başta “gördükleriyle insan olduğunu hatırlayan bir kişinin dönüşümü” tuzağına düşecekmiş gibi görünen İnşallah’ın bu yöne evrilmemesi, ortak duyarlılıkları yakalayan bir kadının yani yönetmenin becerisi. Dolayısıyla hikâye ne bir kişisel gelişim hikâyesine ne de milliyetçi bir söyleme dönüşüyor. Olduğu haliyle hikâyesini anlatmayı seçiyor. Tabiî izleyen gözlerin ve kalplerin nerede duracağı, gerçekte nerede durduğunuzla da alakalı. Zalime dönüşen muktedirin mi, ezilenlerin isyanının mı? Zaten hayattaki duruşumuzun da karşılığı bu soruda saklı değil mi? O yüzden film, bir yönü işaret etmeye kalkışsa da sorun değil, çünkü ezenin değil ezilenin yanında olmak insanlık görevi.
Düzene bir köşesinden dahil olmak, hep süregeleni yaşatmaya yarıyor. Dolayısıyla içine huzursuzluk çökenler olmasa, rahatsızlık ayyuka çıkamayacak gibi görünüyor. Sanat da bu rahatsız olma durumunun dışavurumu değil mi sanki? Doktor Chloé, rahat evini, yurdunu bırakıp geliyor görev bölgesine. Belki kaçabilecekken –ki çok önemli bir detay burada kaçabilecek bir hayatının olması, başka bir dünyanın varlığı- kaçmıyor. O, içinde yer almayı seçiyor çünkü hissettikleri, gördükleri ona “insan” olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla o var olana “yok” diyemiyor. İnkârı seçmiyor. Rahatını bozabiliyor.
Filmin ve aslında dünyanın hâlini şu cümleler özetler nitelikte: “Bir daha hiç kimse, var olmak için haklarımı benden alamayacak. Ben, ne bir duvarım ne de bir kaya.” Filistinli Rand’ın dilinden dökülen bu kelimeler, etrafına bir duvar örülerek yaşam alanı kısıtlanmış Filistinlilerin halini duyuruyor bir kez daha dünyaya. O, kendini var etme, gösterme yolunu kendi seçimiyle belirliyor filmin finalinde. Ve aslında hepimize duyurmaya çalıştığı şu: Görmezliğe gelseniz de ben varım, inkar etseniz de buradayım! Tıpkı sesini, varlığını duyurmaya çalışan tüm görülmeyenler gibi. Süperman olmaya gerek yok görebilmek için, insan olmak yeterli.
Evrensel'i Takip Et