8 Haziran 2013 13:49

Doğum günün kutlu olsun Türkiye!

Onur Bakır

İzmir Alsancak’ta mağazalarında hasar olan esnafı gezen bir İzmirlinin facebook iletisine göre Gündoğdu Meydanı’na çok yakın bir noktada eylemler sırasında camı kırılan bir spor mağazasının müdürü şunları söyledi: “Cam olaylar sırasında kırılmış. İki genç de cam kırılınca sabaha kadar hırsızlık olmasın diye mağazanın önünde nöbet tutmuşlar. Biz geldiğimizde mağazanın önünde bekliyorlardı, biz gelince hiçbir şeyin çalınmasına izin vermediklerini belirterek, ayrıldılar”. … Bir toplumu toplum, bir halkı halk yapan nedir? Aynı coğrafi sınırlar içinde yaşaması mı? Yaşadığı coğrafya mı? Aynı kimliği taşıması mı? Tarihi mi, kökeni mi, uyruğu mu, bayrağı mı, dili mi, kültürü mü, gelenekleri mi, inançları mı, değerleri mi, görüşleri mi? Bunların hepsi mi, bunların hiçbirisi mi?

Son bir haftayı gözden geçirip, yeniden düşünelim. Belki de bir toplumu toplum yapan, bir halkı halk yapan, onun birlikte ne yaptığı ya da ne yapmadığıdır, hakkı olanı savunup savunmadığıdır, hakkı olanı talep edip etmediğidir. Diğer tüm hususlar, bunun karşısında detay kalır.

Ne yapıyorduk düne kadar? Şüphesiz bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Özelleştirmelere karşı çıkıyorduk mesela. Tekel direnişine kadar, birleşememiştik bir türlü; ki Tekel direnişi Tekel de dahi olmak üzere kamu işletmelerinin büyük çoğunluğu satıldıktan sonra başlamıştı. Sağlık ve sosyal güvenlik hakkımızı savunmaya çalışıyorduk. Artık kamu hastaneleri yerine “hastane işletmelerimiz” var, başlarında CEO’suyla. 1990’larında doğan kuşak, anne-babalarından 15-20 yıl sonra emekli olabilecek, o da iş bulursa. Doğamızı savunuyorduk, HES’lere karşı çıkıyorduk belki ama Rize’nin dağ köyünde iş makinelerinin önüne yatanları, kaçımız duyuyordu? Yoksulluk diz boyuydu, bu ülkenin insanları, kömür için gıda erzağı için oyunu satıyordu. Klavye başında çok kızıyorduk onlara ama onların neden bu kadar çaresiz hale geldiğini pek de sorgulamıyorduk, yanaşmıyorduk ekmeğimizi paylaşmaya. … Televizyona baktığımızda, tepkisini dile getiren, iktidara itiraz eden ya Ergenekoncuydu, ya bölücü, her eylemin arkasında muhakkak provokatörler vardı, teröristti Kürtler, öğrenciler marjinal grupların tuzağına düşmüştü, gecekondusu için direnenlerin arkasında karanlık güçler vardı, işçilerin memurların zaten elinde işi vardı bir de üstüne daha ne istiyorlardı, şu her şeye itiraz eden kadınlar yok mu, aslında hepsi aranıyorlardı.

Daha dün, otoyolda ölen köpeği, kenara çekmeye çalışan başka bir köpeğin videosu, tıklanma, paylaşma rekorları kırıyordu, kanaat getirmişti herkes, “insanlık ölmüştü”. Artık her koyun kendi bacağından asılacaktı. Gemisini yürüten kaptan, cemaate yanaşmayan ahmak, iktidara diz çökmeyen enayi, itiraz eden Don Kişot’tu. Geleceğine sahip çıkmak isteyen gençlere, anne-babası nasihat ediyordu: “Ben sana eylem yapma demiyorum ama önce ayaklarının üzerinde dur, sonra hobi olarak yine yap!”

Bir de Gargamel kılıklı, sinirli bir adam vardı. Televizyonlar pek seviyordu onu. Sabah, akşam, kendisi gibi düşünmeyenleri azarlıyordu. İşçiler ayak takımıydı, çiftçiler “anasını da alıp gitmeliydi”, böyle üniversite hocası “olmaz olsun”du. Medyaya haddini bildiriyor, yargıya gereğini söylüyor, gençliğe “kindar ve dindar” olmayı, kadınlara kuluçkaya yatmayı tembihliyordu. … Derken günlerden bir gün, çılgın projelerin, çılgın fikir babası, Taksim’in merkezindeki tek parkı yıkıp, yerine kışla ve alışveriş merkezi yapmaya karar verdi. Bir grup genç, parka gitti, ağaçlar sökülmesin diye nöbet tutmaya başladı. Derken gözü yakan, nefes aldırmayan gri bir bulut çöktü parkın üstüne.

İşte gözün gözü görmediği o sis bulutunun içinden bir toplum çıktı!

Bu sefer sadece canı yanan, gazı yiyen bağırmadığı işte, bir halk hep birlikte haykırdı! Bu sefer, “azar”ı, herkes üzerine alındı; öyle ulu, yüce, büyük, şanlı, kutsal sıfatları değil bir “çapulcu” lafı birleştirdi insanları.

Bir park, bir parktaki ağaçlar, çiçekler, canlılar ve o parkın sakladığı hatıralar, “kamusal alan”ı, “kamusal olan”ı kamuya hatırlattı. Görmesek de, gezmesek de o park bizim parkımızdı artık, o insanlar bizim insanlarımızdı. Ve Taksim artık sadece Taksim değildi, Kızılay’dı, Gündoğdu Meydanı’ydı; halk neredeyse Gezi Parkı oradaydı, alanlardaydı, caddelerdeydi, mahallelerdeydi, sokaklardaydı. İstanbullular, Taksim’e girdiğinde, Gezi Parkı’nı ele geçirdiğinde, bir ülke artık ayaktaydı.

Mesele artık sadece “üç-beş ağaç” değil, bir halkın onuruydu; bir halk hem kendine hem rant uğruna talan edilen üzerinde yaşadığı coğrafyaya, kendini sarıp sarmalayan doğaya borcunu ödüyordu. Hep birlikte karşı çıkıyor, hep birlikte hesap soruyordu. Kendine kendini, zalime gücünü hatırlatıyordu. … Tarihin diyalektiği işte! Bir Gargamel varsa, Şirinler saymakla bitmiyordu. “Azman”lar, sis atıyor, su sıkıyor, cop vuruyordu ama nafile; milyonlar çapulluyor da çapulluyordu. Düşeni yerden kaldırıyor, ağlayanın gözlerini siliyor; ekmeğini, suyunu, inancını, umudunu paylaşıyordu. Dayanışıyordu, dayanıştıkça diriliyor, direndikçe, kağıt üzerinde bir toplum olmaktan çıkıp, kendi kendini inşa ediyordu. Bir halk, “çevrim içi” oluyordu. … Şu bir türlü başımıza düşmesi nasip olmayan kişi başına düşen milli gelirimiz, kişi başına yediğimiz gazdır, coptur, sudur; gördüğümüz zulüm ve zulme karşı nasıl direndiğimizdir.  Şu hep en küçük dilimini aldığımız, “Gayri Safi Milli Hasılamız”, “artık yeter” deyip direndiğimizde topladığımız hasılatımızdır artık. Unutmayalım ne olur, ilk kez cebimizde para olmasa bile karnımızı nasıl doyurabildiğimizi. En büyük “sosyal güvenliğin” toplumun birbirine duyduğu güven olduğunu. Bizim televizyonlarımızdan başka tüm televizyonların bizi görmediğini, bize yalan söylediğini; bir işçinin inşaatında çalıştığı AVM’ye alınmadığı bir ülkede, alanları nasıl kamulaştırdığımızı unutmayalım. Mahkeme duvarlarında “Adalet mülkün temelidir” yaza dursun, unutmayalım, “noter onaylı vekâlet” ile değil, direnişin vekâleti ile savunulduğumuzu. Unutmayalım “paran kadar sağlık” devrinde, kendi revirlerimizde ücretsiz sağlık hizmeti alabildiğimizi.

Unutmayalım, çapulcuların, camı kırılan dükkânın başında sabaha kadar nöbet tuttuğunu…   Dayanışmanın, paylaşmanın, birlikte üretmenin ve direnmenin tadını unutmayalım, unutmayalım ki, Gayri Safi Hafızamız, yeni bir topluma, yeni bir geleceğe taşısın bizi. … “Denizli’de, eylemde tanışan bir arkadaş grubu, kimsesi olmadığını öğrendikleri Coşkun Gezerler için sürpriz bir doğum günü hazırladı. İlk defa doğum günü kutladığını belirten Coşkun Gezerler, “Biz buradan sesimizi Taksim’e duyurmaya çalışıyoruz. Biz onların sesini duyuyoruz. Protestomuzla onlara destek oluyoruz. Burada ne kadar dostum varsa hepsine çok teşekkür ederim. İçimde bir mutluluk ve sevgi var. Hiç yaşamadığım bir duyguyu yaşıyorum” dedi.”

İyi ki doğdun Coşkun…

İyi ki yeniden doğdun Türkiye…

Evrensel'i Takip Et