23 Mayıs 2025 16:59

‘Üzerine okumuş olmak’ üzerine

Artık kitabın kendisine değil, onun etrafındaki köpüğe talibiz. Yalnızca duyduğu kadarını, yalnızca anladığı kadarıyla tartışmak bir “vaka” artık. Tıpkı Karagöz gibi: Çağrışım neyse, yanıt da o kadar.

‘Üzerine okumuş olmak’ üzerine

Fotoğraf: Pexels

Kaan Biçici
[email protected]


Bazı kitapları hiç okumadığımız halde üzerlerinde epeyce durmuş gibiyizdir. Hatta öyle ki, kapağını açmadığımız bir eserin “çerçevesini” kavramış, yazarına mesafemizi tayin etmiş, üslubuna dair kanaat bildirmiş bile olabiliriz. Bir zamanlar “üzerine okumuş olmak” bir tevazu belirtisiydi belki, şimdi çoğu kez yerini kitabın kendisine dokunmayan ama onun gölgesinde yapılan bir entelektüel gösteriye bırakıyor. Hızla tüketilen fikirler çağında, bilginin kendisiyle değil, o bilgiye aitmiş gibi duran tortularla ilişkileniyoruz artık. Yakın zamanda karşılaştığım iki olay bu “tortuları” düşünmeye itti.

İlki, “profesör” ünvanını taşıyan tanıdığım bir kişinin herkese açık bir yayında, üzerine konuşacağı bir konunun derinliklerine inmeden önce izleyicilere kitap önerisinde bulunmasıydı. Ne var ki kitabın yazarını, başlıktaki birkaç çağrışımdan yola çıkarak tamamen başka biriyle karıştırmıştı. Ben de kendisiyle sonraki görüşmemizde, bu karışıklığın muhtemelen dalgınlıktan kaynaklandığını düşünerek, küçük bir not olarak dile getirdim. Ancak “Doğrudur, ben iki kitabı da okumadım zaten. Ne anlattıklarını biliyorum” gibi itirafla karşılaştım.

İkincisi ise daha dostane bir yazı alışverişinde yaşandı. Görüş belirtmem istendiği bir makalede, bir düşünürün görüşleri oldukça alakasız bir bağlama yedirilmişti. Buradan doğru paylaştığım eleştiriden sonra gelen açıklama ise artık tanıdıktı: “Kitaplarını okumadık ama üzerine epey bir şey okuduk.”

Sorun, ne bu kitapların okunmamış olmasıydı, ne de “üzerine okunmuş” olmasıydı. Sorun, fikirlerle ilişkimizin niteliğiyle ilgiliydi. Teğet geçilenin sayısı çoğaldıkça, tartışmalar yalnızca çevresinde dolanılan bir orta boşlukta geziniyor gibi.

Elbette okuma dediğimiz eylem sabit değil; zamanla biçim değiştiriyor, biçimiyle birlikte anlamı da farklılaşıyor. Belki bir gün, uzak bir gelecekte, kelimeleri gözle taramak bile nostaljik bir alışkanlık sayılabilir. Belki “okumak” tamamen gereksizleşecek - bilemeyiz. Bugünün dünyasında dahi okuma deneyimi tekil değil. Kimisi satır aralarına dalar, kimisi dizinden tarar; kimisi yarınlar yokmuşçasına her sayfaya iz bırakır, kimisi olağanüstü titizlikle kitapta tek bir kırışıklık bırakmamaya çalışır. Bütün bunlar tartışmanın konusu değil aslında. Mesele biçimde değil; niyette, ilişkilenme tarzında.

Kitabını yıprata yıprata okuyan da, “ütülenmiş” halde bırakmaya özen gösteren de bir arayıştadır mutlaka. Ne aradığı, nasıl aradığı bellidir. Ama şimdilerde “okumanın tek biçimi” gibi okuma deneyiminde hükümran olan “üzerine okuma” bu niyeti silip atıyor. Derinleşmenin yerini yetinme, sabrın yerini özetler, açıklamaların yerini hızlı cevaplar... Her şeyden önce, tartışma dediğimiz o eski “müşterek alan” gitgide daha az uğranılan bir boşluk olmaya zorlanıyor.

Pierre Bayard’ın “Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?​” kitabıyla ilk karşılaşanlarda bu başlık çoğu kişiye bir kurnazlık ilanı gibi gelmiş olabilir. Oysa Bayard’ın derdi, edebi bir dolandırıcılığı meşrulaştırmak değil, bilgiyle kurduğumuz ilişkinin doğasını görünür kılmaktı. Okumak dediğimiz şeyin yalnızca bir fiziksel temas, bir kapak açma, göz gezdirme işi olmadığını; kimi zaman da kitapların yankılarından, başkalarının anlatımlarından, kültürel dolaylılıklardan ibaret olduğunu söylüyordu. Haklıydı.

Ama Bayard’ın denemelerinde ironik bir açıklıkla hissedilen o farkındalık, günümüz pratiklerinde pek görünmüyor. Artık okumamış olmanın bilinciyle değil, okumamışlığı gizleyen ya da önemsemeyen bir kayıtsızlıkla konuşuluyor kitaplar hakkında. Metnin kendisi değil, onun üstüne çıkan bir köpük dolaşıma giriyor. “Okudum” yerine “Maruz kaldım” demek belki daha dürüst olurdu. Ama çağrışımlar yetiyor: Yazarın adını duymak, bir alıntıya denk gelmek, bir başlığın çağrısını taşımak… Bilgiden çok, bilgiye benzeyen şeylerin ağırlıkla dolandığı bir dünya.

Sabahattin Ali’ye aitmişçesine her çaycının favori duvar yazısı olmuş “Çaydan da zarar geldiği görülmüş mü?” sözü bu durumun somutlanmış hali gibidir. Söz Sabahattin Ali’nin olmadığı gibi Çaydanlık hikayesinde bunu söyleyen Süleyman Efendi hikayenin sonunda bu sözün de bağlamına oturacak şekilde “ölecektir.”

Teorik olan her ne kadar belli başlı kavramlarıyla, can alıcı argümanlarıyla özetlenebilir, başka dile tercüme edilebilir olsa da; edebi metin böyle bir indirgemeye kolay kolay razı gelmez. Bir roman, bir hikaye, bir şiir her okurda başka bir yerden açılır, başka bir yerden sızar içeri. Bazen bir ses, bazen bir imge, bazen bir boşluk etkiler insanı. Edebi bir metinde yazarın anlatmaya çalıştığıyla, eserin anlattığı şey ve okurun anladığı şey çoğu zaman aynı düzlemde buluşmaz. Anlam, bir düz çizgi değil; kıvrımlı, katmanlı, çoğu zaman da çelişkili bir yolculuktur. Bu yüzden edebi metni “özetlemek”, onu “tek” yol haritasına indirgemek gibi oluyor biraz da.

Elbette her kitap doğrudan “o” kitabın okunmasıyla sınırlı değildir. Kimisi etrafında dönen tartışmalarla, kimisi yalnızca ismiyle, kimisi de “hakkında yazılmışlar” ile katılır gündelik düşünceye. Kapital üzerine, Ulysses üzerine yazılmış sayısız kitap vardır. Gramsci’yi okumaya kalkışan biri, defterlerinde tararken yolunu da kaybedebilir mesela. Ama mesele şu ki, tüm bu “ağır” kitaplar, etrafında dönüle dönüle bir çekim merkezi haline gelirken, zamanla çekirdeği unutulmuş birer “simgesel nesne”ye dönüşebiliyor.

Yine elbette ki her kitabın tamamını okumak gerekmiyor. Kimisi daha ilk sayfasında uzak gelir, kimisi ortasında düşürür bizi, kimisi de sonuna dek götürse de içimizde bir tortu bırakmaz. Fethi Naci’nin Mina Urgan’a söylediği gibi “Karpuz kesilmiş” ve “Kabak çıkmış” olabilir. Elbette “Yemeye mecbur değiliz.” Her okuma haz vermeyebilir, her metin bizde bir yankı uyandırmaz. Bazen kitap bizi, bazen biz kitabı bırakıveririz. Bu da bir deneyimdir. Mesele, o kitabı “tüketmiş” olmak değil; onunla sahici bir karşılaşma yaşayıp yaşamadığımızdır. Ama ne zaman ki hiç açmadan fikir beyan etmeye, çağrışımı özü yerine koymaya, kabuğu çekirdeğe tercih etmeye başlarız, işte…

Artık kitabın kendisine değil, onun etrafındaki köpüğe talibiz. “Üzerine yazılmış” metinler, önce okumanın bir yolu, sonra yerine geçen bir alışkanlık, en sonunda da kitabın kendisini gölgeleyen bir suret oluyor. Yalnızca duyduğu kadarını, yalnızca anladığı kadarıyla tartışmak bir “vaka” artık. Tıpkı Karagöz gibi: Çağrışım neyse, yanıt da o kadar.

Bilgiye temasın biçimi değişiyor; kitapların yerini videolar, dipnotların yerini hızlandırılmış özetler alıyor. Artık bir düşünürün görüşlerine “üzerine izlediğimiz” bir video sayesinde vakıf oluyoruz. “Onunla ilgili bir podcast dinlemiştim”, “Bir videoda anlatmışlardı”, “Bir dergide özetlenmişti”... Bunlar, günümüzün entelektüel diyaloglarının yeni referansları. Düşünmek de bir üretim biçimi, ama biz onu tüketime benzettik. Artık kitaplar okunmaz, “oynatılır” ya da “izlenir”. Bilginin kendisi değil, onun çevresinde dönen halkalar dolaşıma giriyor. Çekirdek yenmiyor ama kabuğu “çitlenmiş” halde.

Bu yeni ilişki biçimi yalnızca bireysel öğrenme alışkanlıklarını değil, toplumsal tartışma kültürünü de dönüştürüyor. Sohbetler bile artık birer küçük “bilgi performansı”na dönüşüyor: ilginç bir anekdot, çarpıcı bir alıntı, hızlı bir yargı. Oysa derinlik zaman ister. Anlam bazen sayfanın kenarına düşülen o küçük notta, bazen tekrar tekrar dönülen bir tümcede gizlidir. Ama zaman daralıyor, dikkat çalınıyor, bilgi hızlıca tüketiliyor. Bu hızlanmış dünyada bilgiye olan temas, giderek daha fazla bir dokunup geçme hareketine indirgeniyor. Çarklar ve bantların hızlandırılması gibi gündelik yaşamda da “hızlanmak” bekleniyor.

Sessizlik artık bir eksiklik, dalgınlık bir arıza, düşünmeye bırakılmış zaman ise “verimsizlik” olarak kodlanıyor. Düşünce bazen sadece durarak, boşluğa bakarak, hiçbir şey yapmamanın içinde mayalanır. Ama şimdi “boşluk” ya da “boş zaman” bir tehdit. Kitaplar bile bu aceleciliğe göre yeniden paketleniyor. Bir uygulama açılıyor, on beş dakikada on kitap “bitiyor.” Bir başka uygulama ise okumayı “Alışkanlık haline getirmek” için her gün birkaç sayfa öneriyor; müthiş bir rutin. Bilgi artık bizi dönüştürecek bir karşılaşma değil; elimizde biriktirilecek, başkalarına göstermek üzere saklanacak bir koleksiyon nesnesi.

Bilginin kendisine değil, etrafındaki yankılara tutunma var artık. “5 maddede anlamak”, “30 dakikada bir konu” içerikleri yalnızca kolaylaştırmıyor; bazen anlaşılması gerekeni unutulabilir kılıyor. Yeniden bakmak yerine üstünkörü geçiliyor. Oysa tekrar bakmak, bilginin detayını ve bağlamını kavrama çabasıydı. Bugün ise çoğu kez “bakmak”, bir görsel temas, olarak kalıyor.

“Marksizm mi kaldı?​” deyip geçmek bir fikir beyan etmek sanılıyor, “Orwell’ın 1984’ü de bugünü anlatıyor” cümleleri de tespit. Bilgi artık bir süs gibi, bir kartpostal gibi gezdiriliyor. Alıntılar bağlamından koparılıp sloganlaşıyor, düşünceler özetlenirken yalnızca kendi yankılarını duyuyor. Metaforlar süsleniyor, ama anlamdan kopuyor. Düşünsel karşılaşmaların yerini ise bir çeşit monologlar korosu alıyor, kimse karşısındakini duymuyor. Anlam da o gürültüde sessizliğe gömülüyor.

Teori kulaktan dolma olduğunda, pratik de el yordamıyla oluyor. Oysa insan, bildiğiyle dünyayı biçimlendiren bir varlık. Kavrayış çarpışık olunca müdahale de bulanık... Tıpkı Michelangelo’nun Musa Heykeli’ndeki meşhur “boynuz” örneğinde olduğu gibi… Yanlış çevrilmiş bir sözcük, binlerce yıllık ikonografiyle taşlaşıp kalır. Bazen bir metafor yanlış anlaşılır, ama onun üstüne bir anlam dünyası kurulur.

“Okumak” karşılaşmaktır. Fikirlerin birbirine çarpıp yeni bir şey yaratması. Mesafelenmeyi de getirir. Yalnızca gözle değil; dikkatle, sabırla, niyetle yapılır. “Üzerine okumuş olmak” bir başlangıç olabilir, evet. Ama eğer düşünce onunla yürümüyorsa, söylenen sözler bir çağrışımdan ibaret kalır. Bugün sıkça gördüğümüz gibi: Kavramlar gezdirilir ama yerleşmez.

Düşüncelerimizin taşıyıcısı olarak bilgiyle kurduğumuz ilişkinin niteliğidir esas. Çünkü dünya, ne kadar çok şey bildiğimizle değil, o bilgiyi neye dönüştürdüğümüzle değişir.

ABONE OL

Evrensel'i Takip Et