Ölüm varsa bu dünyada şiir de var sinema da
Gencecik yaşlarda veremden ölen şairin hikayesi hakkında bir sinema filmi Türkiye'de yaklaşık 2 milyon insanla buluşsun... Yılmaz Erdoğan yönetmese, Kıvanç Tatlıtuğ oynamasa bal gibi devrim alameti sayılmalıydı...
Veremle ve şiirle ortaokul yıllarında tanışan Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu, Cemal Süreya'nın değimiyle; şiirleriyle hayatlarını, daha doğrusu ölümlerini, bir arada götürmüşler. Ölüm, her öksürükte kendini hatırlatırken onunla dalga geçmek, onu yok saymak, o yanıbaşınızdayken şiir yazmak, o şiirleri okumak kadar romantik olmayabilir. Ama bazısı yazmadan, anlatmadan duramaz... Şiir, sinema, resim... neyse... Başkasının derdini kendi derdi yapar, kendi derdini unutur ya da unutmuş gibi yapar. O da ölür, bişi dert etmeyen de... Biri unutulmuyor diğeri ise hatırlanmıyor. Adalet bi şekilde tecelli oluyor yani...
Kelebeğin Rüyası'nda Rüştü Onur'u canlandıran Mert Fırat'la bunları konuşacaktık, konuştuk da... Madem ölüm var başka şeyler de konuştuk...
Mert Fırat’la ilgili Ekşi Sözlük entryleri okumak ne zormuş. İlk defa öyle bir tecrübe yaşadım. Yirmi sekiz sayfa ve hepsi neredeyse aynı; “seni yerler yerler” diye özetleyebileceğimiz bi durum. Asıl ilginci, bi tane olumsuz şey olmaz mı?
Kelebeğin Rüyası, İntikam arka arkaya gelince öyle oldu galiba. Ben 2006’da geldim İstanbul’a. Oyun Atölyesi, Hırçın Kız, arkasından bir dizi, bir reklamda oynuyordum yine yazıp çiziyordum. Oyuncular ünlendikçe her yere saldırmaya, her şeyi yapmaya başlıyorlar diye düşünülüyor. Hâlbuki o adam vardı, sen görmüyordun.
Bizim İlksen’le (Başarır) yapacağımız hiçbir filmin bütçesi Kelebeğin Rüyası kadar olmayacaktır; 16 haftada çektik. Bizim filmlerin toplamı dört hafta. Başka Dilde Aşk’ı üç haftada, Atlı Karınca’yı iki haftada çektik, hatta daha kısa. Böyle bir PR’la ben ne karşılaştım ne de içinde oldum. Bunun da etkisi oldu yani popülerlikte.
Böyle bir PR’ın, böyle bir filmin dünyanın en naif iki şairi hakkında olması da çok enteresan değil mi?
Buna böyle yatırım yapıyor olmaları da güzel bir şey. Herkes inanmaz bu hayale. Gişesi şu anda bayağı yüksek, mucize gibi bir şey... Kim oynarsa oynasın, hikâye ne kadar iyi olursa olsun, kimse veremli iki şairi izlemeye gitmeyebilir. Bizim seyirci televizyonda da, sinemada da bilmediği şeyi izlemeyi sevmez.
Müthiş bi sahneyle açılıyor film, savaştan farksız bir mükellefiyet tablosu. Bu fantastik atmosferde Zonguldak’taki sınıfsal uçurumun da etkisi var herhalde...
O dönem her yerde var aslında benzer bir durum. Kurtuluş Savaşı sonrası Fransızlar, İtalyanlar ele geçirdiği topraklardan, maden ocaklarından, çeşitli sanayi girişimlerinden geri çekildiklerinde ortalıkta kalanları başkaları devam ettiriyor. Onlar da zaten mal mülk sahibi, devlet erkânı ya da mühendis filan, konumlandırılmış oraya bir şekilde. Benzerini birçok şehirde görüyorsun. Zonguldak’ta çok net olduğu için güzel bir fotoğraf dediğin gibi.
Bunu yetmiş yıl sonra yansıttığın zaman; bir taraf tenis oynuyor, tango öğreniyor, diğer tarafta veremden kırılıyor...
Uçurum gerçekten fantastik. Ama bir yandan cumhuriyet çok yeni, onun ideolojileri çok yeni. Halkevleri, Köy Enstitüleri sürekli insan yetiştiriyor. Nerden baksan bir 17 yıl geçmiş aradan. Bir tesis olma durumu var. Bizim şairler bir taraftan maden ocaklarında ama aynı zamanda halkevlerinde sürekli piyes yapıyor, derse giriyor. Öyle bir yer ya Halkevi; kültür merkezi, konservatuar, her bir şey… Köy Enstitülerinde tarım, ev ekonomisi vesaire hayata dair her şey var. Öyle ilerleyince artısı da eksisi de oluyor. Tabii mükellefiyeti ya da varlık vergisini kimse tasvip etmez herhalde. Ama o uçurumun da biraz “hadi abi vaktimiz yok, bir an önce gelişelim” meselesinden kaynaklandığı düşüncesindeyim. Her şey çabukça normale dönsün, bir an önce batılılaşalım, bedel varsa hep beraber ödeyelim... Ama hep beraber ödememişiz yani.
O sınıfsal durumu ifade etmekten de Yılmaz Erdoğan hiç çekinmemiş. Burası da beş yıldızlı otelmiş, diyorlar sanatoryuma, yemek olduğu için...
Filmi seyreden bazı insanlar, “sanatoryum ne güzel yermiş, biz de kalsak” demişler. Aslında tam olarak öyle bir his yaratmak istiyorduk evet ama hastalık var ya, kendini niye oraya koyuyorsun? İki defa gittim senatoryuma, gerçekten insanlar çok enerjisiz bir yandan... Ama çok fazla ilaç aldıklarından bir enerji patlaması da oluyor. Başka bir motivasyona yükselebiliyor hastalar...
Aşık da olabiliyorlar Rüştü Onur gibi... Rüştü zaten aşk adamı, her türlü olurdu. Herifi şöyle tarif ediyorlar;hiç tanımadığı bir mahallede kahveye girerdi, bir saat sonra kalkarken, “Rüştü abi ne olur gene gel, abi canımsın” diye sarılıp öyle yollarlardı. Ya da bakkala giderdi, elinden torba torba şeyle çıkardı, hepsini de veresiye alabilirdi.
Bunu neye bağlıyorsun?
Çok tatlı dilli, insanı çok iyi tanıyor, bir de sürekli gülüyor herif. Sokakta bir şeyini düşürsen, bakar mısınız dediğinde yirmi kişiden on kişi dönüp baksa, orada bir tane göz görürsün. İşte o adam Rüştü; ifadesiyle duruşuyla verdiği güvenle öyle bir şefkati var.
BEN AŞTIM SEN NİYE AŞMIYORSUN!
Öleceğin kesinken ne havailik dedirtmiyor mu insana Rüştü ve Muzaffer?
Ölümü kendilerine yoldaş etmişler çünkü. Ciğer dediğin kendini unutturmayacak bir şey ya... Bu adamlar ölümün ironisini bulmuşlar, umurlarında değil. Gençlik de var serde. Bu hastalıkla, bu ölümle ortaokulda tanışıyorsun, şiirle de bu hastalıkla birlikte tanışıyorsun. Şiir, edebiyat dediğin şey, mesaisi olan ve zaman geçtikçe geliştiğin bir şey... 22 yaşında 60-70 yaşında olgunluk döneminde bir adamın yazacağı şiiri yazamazsın. Başka bir tekâmül gerektirir bu. Bu adamlar ölüm gündemi ile onu aşmışlar, birkaç basamak atlamışlar. Rüştü’nün fotoğrafına bakınca, “Bu çocuk 22 yaşında mı?” diyorsun. Ona rağmen hala gülümsüyor, kendini oynadığı, hayatı oynadığı bir oyun içinde.
İzlerken abartı gelmişti ama Rüştü Onur hakkında okuyunca “Şiir sıtması” meselesini anladım...
Salah Birsel söylüyor. Şiir nöbeti geçiriyor sıtma gibi, durmadan yazıyor. O hastalıkla artık arkadaşları da böyle ilişki kuruyorlar. Çok güzel değil mi? Sen hastayken, seni bitiren çevrendekilerin şefkatli ve senin için fazlaca kaygılanan bakışları oluyor. Çünkü her baktığın yüzde bir acıma görüyorsun. Git lan, manyak mısın? Ben aştım, sen niye aşmıyorsun? Biz Başka Dilde Aşk’ta da hep onu gözettik. Engelli olduğunu sürekli hatırlatan, şefkatle konuşan, insanlar… Ama demin taksiciye çemkiriyordun, şimdi niye bana böyle konuşuyorsun?
Sevap yani…
Aynen öyle. Behçet Hoca (Necatigil) onu çok iyi yakalamış; Hastasınız lan siz, kendinize gelin oğlum diyor. Yazık lan durumunda değil yani. Rüştü'nün şiirlerinin dramaturgisi de bir acaip. Şiirin başı çok mutlu başlayıp, sona doğru fena trajik gidiyor. Seni gülümsettiği yerde bir hüzne de gark ediyor finalinde. Ve bunu nasıl dört satırda yapabiliyor? Şaşıyorsun...
O dramaturjiyi kendi hayatlarından öğrenmiş olabilirler...
Hayatı gibi aynen. “Bir gün kuşlar dolacak pencereme, açacağım, serçelerin hepsi odama girecek, bir gün çıkacağım sokağa, dolaşacağım, ama o gün dönmeyeceğim, annem kuşları bulacak, kim bilir ben o zaman nerede olacağım?” diyor. Ben annemden önce öleceğim diyor herif. Adama gelip diyorlar ki, kansersin, altı yıl sonra öleceksin! Biliyorsun artık ne zaman öleceğini, bu seni niye bitiriyor? Altı yıl daha yaşayacaksın ama yarın ölmeyeceğini kimse bilmiyor. Hayat öyle bir şey ya, zaten öleceksin. Herifler onu çözmüş. Ölümle kurdukları ilişkinin ironisi beni çok cezbediyor. Onlara yazdıran evet tabiî ki yaşadıkları koşullar, koşulların içindeki o farkındalıkları… Çığlık’ı çizen adam, Edward Munch’un, ailesindeki herkes genetik bir beyin hastalığından çıldırıp ölüyor. Genelde de 23-27 yaş arasına kadar yaşıyorlar. Bu da gidecek belli ki. Herkes ardından “delinin oğlu” gibi sözler söyleniyor filan. 23 yaşına geliyor, bir şey yok, 24 yok, 30, 32 yok, ama halen delirecekmiş gibi. İşte o Çığlık’ı yapıyor. Onlara yazdıran da, bu herife çizdiren de “o” işte. Şimdilerde bizim derdimiz yok mu? Deli gibi derdimiz var işte, iletişimle ilgili, toplumla ilgili meseleler işte bize yazdıran. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ı, rahmetli Ahmet Uluçay’a çektiren de oydu. Beyninde ur olduğunu biliyordu, o imkânsızlıklar içinde mükemmel bir film çekti. Bir sürü şey üretti, kimsenin aklı ermedi. O gölge oyunlarını... Şimdi Iphone’un projeksiyonundan duvara yansıtıyorsun. Ahmet Uluçay onu 15 yıl önce yapmış. Başkalarının derdini dert edinmek gerekiyor. Böyle bir duygun varsa yaparsın…
Düne kadar sadece silahlar sussun, insanlar ölmesini savunuyorduk. Bugün bunun olabileceğini var sayıp başka bir şeyi dert ediyoruz; Acaba silahların susmasıyla barış aynı şey mi?
Kesinlikle değil. Bu kadar şıppadanak olacak bir şey değil. Ne kadar yumuşak bir geçişle olursa o kadar iyi olacak. Ama sancıları olacak. Otuz yıl kolay değil ya, otuz yılın öncesi de var. Gerillanın annesi babası var, şehidin annesi babası var. Bununla yetişmiş bir nesil var. Herkes kendi kaybının travmasını bir şekilde yaşayacak. Bu şimdi başka bir süreci getirecek. İtiraflar belki; kontrgerilla neler yaptı, onu getirecek. Bunları yüreklice konuşabilmek gerekecek. Herkesin nabzı birbirinin elinde olacak ve herkes o nabza saygı gösterecek. Samimiyet ve açık yüreklilikten başka hiçbir şekilde olmaz. Bu süreci bozmanın vebalini de bir daha kimse ödeyemez. Karşımıza ne çıkartırlar bunun karşılığında bilmiyorum ama bu barışı buraya getirmişken kimse çomak sokmamalı. En büyük savaşı yaşayacağız artık, sırada hesaplaşmanın savaşı var. Barışı kuvvetlendirmek adına bir şeyler yapılmalı. Herkes istediğini söyler ama yeni bir hassasiyetle. O ölmüş askerin annesini babasını da düşüneceksin, dağda savaşan gerillanın da durumunu düşüneceksin.
AYNI ANDA BİN ARKADAŞINI MUTLU EDEMEZSİN
İlksen'le yeni projeniz “Sizden Küçük Bir Ricamız Var” ne oldu? Yazın çekecektiniz, ben orada kaldım.
Biz de orada kaldık. Neredeyse iki yıl filan oldu, yazıyoruz, yazıyoruz... Tam da bu mu acaba anlatmak istediğimiz diyor, haydi bir daha yazıyoruz.
Ajan olduğunun farkında olmayan üç arkadaşın hikâyesini yazıyoruz. O da yetmiyor, gözetlenen toplumu anlatıyoruz. Hepsinin temelinde insanın kendisi yatıyor. Birileri yaptırmıyor, biz davet ediyoruz? O kadar da figüran değiliz, ajanın kendisiyiz yani. Ben artık daha niye ajan yetiştireyim ki; binlerce var, onları kullanırım, onların bundan haberi bile olmaz… Böyle bir imkânın var bu teknolojiyle. Teknoloji bizim hayatımızı ele geçirdi çünkü. Eylemsizleştiğimiz, teknolojinin çizdiği sınırlar içinde güya politik ya da sosyal bir hayat sürdüğümüz bir şeye dönüştü. Çok fantastik duruyor ama hiç değil. Derdimiz ona çakalım, buna çakalım, iktidara da bir şey söyleyelim değil. İktidarlar ötesi bir şeyden bahsediyoruz, insandan, senden bahsediyoruz. Sen ne yapmaya çalışıyorsun? Kendi küçük şirketin içinde ne yapıyorsun? En güzel fotoğraflarını seçerken ne yapıyorsun facebook’ta? Derdin ne? Bizde bu internet dünyasının, bu yeni bireyciliğin ve bütün bu dönüşümün, değişimin etkisi altında kalıyoruz. Maruz kalıyoruz, canımızı sıkıyor, o da bize yazdırıyor.
Sanal dünyaya “maruz kalmadan” ondan kararında faydalanmak gibi bir şey mi bahsettiğin?
İnsanın kendine bir sınır koyabileceğini düşünüyorum. Sürekli Iphone’lar elimizde, facebook’ta ne yazmışlar? twitter’da ne yazmışlar? İnternetteki bütün sayfalar ve bütün eylemler arkadaşların gibi. Aynı anda bin arkadaşını mutlu edemezsin. Vardır üç dört tane yakın arkadaşın onlarla iletişime geçersin.
Bir insan Rüştü ile Muzaffer gibi, seninle İlksen gibi gerçek bir şey yaşıyorsa kendini sanal alemde sınırlayabilir. Ama ya yaşamıyorsa…
Sadece arkadaşlık meselesi değil ki, bir yandan da yaptığın işler var. Onların sorumluluğu da var. Sen de internetle ilişkilisin, takip ediyorsun ama senin de belli bir sınırın var. Senin röportajlarını takip edenlerin bildiği bir detayın var. O detayı oluşturabilmek için de başka bir mesain var… Playstation bağımlılığını düşün; ben de bir oynamaya başlasam günde en az bir iki saat oynarım. Ama hedeflerim varsa, benim için kayıp zaman o, sınırlardan kastım o.
Velhasılı ne zaman çekiyorsunuz “Sizden Küçük Bir Ricamız Var” ı?
Bu yaz çekmeyi hedefliyoruz. Şu an bizim “hadi çekelim” diyeceğim dört tane proje var. Ya benimle ya bensiz yapacağız çünkü inandığımız ve sevdiğimiz bir proje.
Evrensel'i Takip Et