Melih Cevdet Anday’ın Gizli Emir’ine yeniden bir değini
Anday, Gizli Emir’de, bir kentte yaşayan farklı kesimlerden insanların “Nereden ve ne zaman geleceği belli olmayan” bir “gizli emir” eşliğinde, gergin ortamı paylaşan yaşantısını ele alıyor.

Melih Cevdet Anday heykeli fotoğrafı: Bahar/Wikimedia Commons CC BY 3.0
Rahmi EMEÇ
Bazı romanlar dünü yazmış da olsa, günümüzü anlatmaya devam eder. Biz, içinde bulunduğumuz şeylerin izlerini onda bulur ve olup biteni bir daha süzgeçten geçirir, bazı sonuçlara varıp yolumuzu aydınlatırız belki.
Türk edebiyatının farklı alanlarında özgün eserler vermiş, şiirimizin önemli eşiklerinden biri olan Garip akımı içinde yer almış olan Melih Cevdet Anday’ı edebiyat okurları daha çok şair olarak nitelendirir. Arkadaşları Orhan Veli ve Oktay Rifat ile çıkardıkları Garip (1940) ve onun oluşturduğu şiir ortamının bunda etkisi yadsınamaz. Anday’ın edebiyat alanında verdiği eserlerle oluşturduğu geniş yelpaze içinde Gizli Emir romanı bu coğrafyada sıkça yaşanan baskı ortamlarını yansıtması bakımından da özel bir yere sahiptir.
“Sessizlik, kocaman bir göktaşı gibi oturmuştu kentin üstüne; bu yüzden şaşkına dönen insanlar birbirlerinin yüzlerine bakıyorlar, uyuyan bir canavarı uyandırmaktan korkarmışçasına ayaklarının ucuna basarak yürüyorlardı sanki.”(s.5)
Bilgi Yayınevi tarafından nisan 1970’te yayımlanan Gizli Emir bu cümleyle başlıyor. Her “baskı- korku dönemini” anlatmada bize eşlik eden sözcüklerle kurulan bu cümle, elli üç yıl sonra günümüz Türkiye’sine de bir bakıma denk düşmeye devam ediyor.
Gelen veya beklenmekte olan “gizli emirlerin” merkezi olarak, varlığını büyük bir gizlilik üzerinden yürüten AYOT (Asayiş Yerleştirme Olağanüstü Teşkilatı), bir kentin her şeyini kontrol altında tutmaktadır. Kitapta, AYOT’un yarattığı korku ortamı, temel insan hak ve hürriyetlerinin hiçe sayılması ve toplumun alt kesimleriyle “aydın” olarak nitelendirilebilecek kesimler üzerindeki yansımaları bireyler ve çevresiyle olan ilişkileri üzerinden anlatılıyor.
Anday, Gizli Emir’de, adı ve nerede olduğu belli olmayan bir kentte yaşayan farklı kesimlerden insanların “Nereden ve ne zaman geleceği belli olmayan” bir “gizli emir” eşliğinde, gergin ortamı paylaşan yaşantısını ele alıyor. Onca gerginliğe rağmen, yine de bir “umut” vardır ve bu gerginlikle umut arasında gidip gelen bekleyiş ince bir ironiyle harmanlanan ilişkiler ağını resmeder bize. O zor ortamdan kurtuluşu, insanların örgütlü varlığında değil de “başkalarında” aramanın romanı bu aynı zamanda. Kuşkunun, belirsizliğin, tedirginliğin, bugün için de her gün karşılaştığımız bireyler üzerinden aktarıldığı bir roman.
’70’li yıllarda ve daha sonraki yıllarda yaşamımızın “korku defterine” işlenecek kimi olayların birey üzerinde yarattığı hiç de yabancısı olmadığımız davranış biçimiyle, bir mekanın neresine nasıl oturulması gerektiğini şöyle aktarır bize: “Kahvehanenin cama yakın masaları bomboştu, müşteriler arka masalarda oturmuşlardı. Anlaşılır bir tedbirdi bu; çünkü her an bir saldırı olabilir, cam çerçeve kırılabilirdi.” (s.7)
Korku ortamını yaratan ve bunun üzerinden “Kendisini var edenlerin” görünür olmalarının önüne geçen kimi inanışlara sahip kişilerin, olup biteni “Tanrıya bağlamaları,” içinde bulunduğumuz toplumda sıkça karşılaştığımız bir tutum değil midir? Romanın birer gölge halinde gezinen kahramanlarından emekli bir memur, şu tespiti yapmaktadır: “Her şeyi Tanrı yarattığına göre, gidişatın dizginleri de onun elinde demektir. Bir insan iyi olur, kötü olur; iyi olursa da Tanrıdandır, kötü olursa da. Bunun gibi, bir kent iyi olur, kötü olur, iyi olursa da Tanrıdandır, kötü olursa da. Çünkü irademiz onun elindedir.” Kuşkusuz bu “tespiti” doğru bulmayan, onu çürüten görüşleri ileri sürenler de vardır ve var olmaya devam edecektir.
Ülkemiz açısından bakıldığında iktidar olanların “yönetememe krizini” aşmada sıkça başvurdukları “yöntemlerden” biri olan olağanüstü hâl ve onun yarattığı “baskı ortamının” kimi zaman “esrarengiz” ve “gri” tonlarla kuşatılmış görüntüsü, romanın tamamında hüküm sürüyor. Romanın baskı ortamına getirdiği eleştirinin yanı sıra, yazarımızın “gizli emir beklentisini” roman boyunca sürdürmesinin okurda “ağır yük” oluşturduğu da söylenebilir kuşkusuz. Bu durumun, okurun arada bir kitabı bir kenara bırakma ihtimaline karşın, bireyin kendi içinde ve çevresiyle birlikte yaşadığı; korkuyu, esrarengiz havayı, belirsizliği, teslimiyeti ve yer yer oradan çıkma çabalarını aktarması bakımından önem arz ediyor. Bu içeriğiyle de Yazar Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken romanından “izler taşıdığı” sıkça dile getirilmiş ve yazılmıştı.
“Gizli emir” beklentilerinin yarattığı endişe ve belirsizlik ortamı yaşanırken, bu durumu topluma duyurmak gibi bir görevi üstlenmiş gazete içinde ve çevresinde kümelenenler, içinde bulunduğumuz ve değişik zamanlarda da olsa diyaloglar kurduğumuz ve çeşitli tutumlarıyla bizlere “tanıdık” olan kişiliklerdir. Gazetenin Kapıcısı Veli’den Başyazar Kutsi’ye, Mütercim Eftal’den Yazar Şermin’e, Siyasetçi Ahmet’ten dizgi atölyesi şefine ve Mühendis Fasih’ten Doktor Amil’e, Heykeltıraş Nizam’a kadar diğer pek çok meslek ve sosyal kesimden kişilerin oluşturduğu kalabalık bir topluluk “can derdiyle” sıkıntılı bir yaşam sürüyor.
*
Her on yılda bir, bazı durumlarda daha da kısalabilen aralıklarla insanımıza yaşatılan, “açık ve gizli” olarak da nitelendirilen darbelerin oluşturduğu baskı ortamı, başta emekçiler olmak üzere; sanatçıların, aydınların ve özellikle kadın ve çocukların “kıyımına” neden olmaya devam ediyor.
İmar planlarının “tsunami etkisine” terk edildiği bir ülkede, halkın “kader planında” bir değişiklik yok! Korku ortamı, dilin sözcüğe ses vermesine engel olmayı sürdürüyor. Tabii, bu durumun birleşe birleşe aşılabileceğini de bir “umut cümlesi” olarak seslendirmek gerekiyor.
*
Sonuç olarak: Melih Cevdet Anday’ın Gizli Emir’ini, günümüzün ortamıyla taşıdığı benzerlikler üzerinden yeniden okumak mümkün. Birey olarak bizim zaman içinde edindiğimiz birikimlerin ışığı, bir sanat eserini “Okurken yeniden üretmede” bize farklı durakları gezdirip yeni buluşlarla tanıştırması da mümkün.
Evrensel'i Takip Et