Sistemden kaçış üzerine: ‘Uysallar’ ve ‘Başkalarının Tanrısı’
Toplumsal özgürlük arayışları dışındaki her bireysel mücadele de sonu hayal kırıklıkları ile biten iyi niyetli bir çabadan öteye geçemiyor.

Uysallar afişi ve Başkalarının Tanrısı kitap kapağı.
Ergün POLAT
Mine Söğüt’ün Can yayınlarından çıkan son romanı “Başkalarının Tanrısı” ile; yakın zamanda Netflix’te gösterime giren, Hakan Günday’ın senaristliğini yaptığı “Uysallar” dizisindeki ana kahramanların benzerlikleri oldukça dikkat çekici. Her iki eserde de kahramanlar, sistemin kendilerine dayattığı hayatı reddediyor ve alternatif bir seçenek arayışına giriyor.
Başkalarının Tanrısı romanının ana kahramanı olan Musa ile Uysallar dizisinin Oktay’ı ekonomik getirisi yüksek meslekleri, evleri, eşleri ve çocukları olan, verili görevlerini ve sorumluluklarını aksatmadan yerine getiren yani oyunu kurallarına göre oynayan ve sistem tarafından örnek gösterilebilecek profiller. Ne var ki her ikisi de kendilerine ait olmadığını düşündükleri yaşamlarında birer “yabancı” ve cesaretlerini ilk topladıkları fırsatta içinde bulundukları “düzenli” ve “kabul gören” hayatlarından kurtulmaya çalışıyorlar. Musa, bir sabah takım elbisesi üzerinde bütün yaşamını geride bırakarak sokak insanları (evsizler) arasında kendine yer bulmaya çalışırken; belki de ondan daha az cesaretli olan Oktay ise evini terk edemese de çocukluk sevdası “Punk”çı kıyafetleri ile geceleri gizli bir yaşam kuruyor kendine.
Peki, kahramanlarımız gerçekten sistemin dışına çıkabiliyorlar mı? Evden kaçarak veya geceleri başka bir kişiliğe bürünerek gerçekten özgürleşebilir miyiz? Kurgulanmış ve bize ait olmayan yaşamlarımızdan bu şekilde kurtulabilmek bizi sonrasında mutlu eder mi? Punkçı, evsiz veya hippi olarak seçtiğimiz bu yaşam sisteme “error” verdirir veya sistemi alaşağı eder mi? Şüphesiz bu sorular arttırılabilir ve çok farklı cevaplar da alınabilir. İçinde sistem eleştirisi ve alternatif yaklaşımlar karşımıza çıkaran bu eserler için ben toplumcu bir pencereden bakmayı tercih ediyorum. O yüzden yazının bundan sonraki kısmına taraflı bir okuma dersek yanlış olmaz.
İlk başta şu ayrımı yapmak yerinde olur sanırım. Büyük resmi görmek, sorgulamak veya çözümlemek ile sistemden kaçmak aynı şey değil. Buna ek olarak sistemden kaçmaya çalışmak ile sistemle mücadele etmek de aynı şey değil, ki her iki kahramanımızın da sistemle mücadele gibi bir iddiası da yok zaten. Modern dünyanın kariyer basamaklarını başarılı adımlarla ilerleyip mutsuzluğa düşen nevrotik kahramanlarımızın, kapitalizmin dayattığı yaşam biçimini sorgulama ve reddetme bakımından gösterdikleri çaba anlamlı olduğu kadar aynı zamanda önemli bir farkındalıkta. Fakat bu farkındalık bizi sistem dışına çıkarır mı ya da punkçı veya evsiz olarak yaşamayı tercih etmek bizi sistem dışında tutar mı? Maalesef bu da sistemin öyle düşünmemizi istediği güzel bir illüzyon sadece. Yıkılmayı bekleyen metruk bir binayı işgal edip orayı komünal bir yaşam alanına dönüştürmek bizi var olan kapitalist ilişkilerin dışına çıkarmıyor çünkü temel ihtiyaçlar yine dışarıdan, kapital ilişkilerle sağlanmak zorunda. Sokaklarda dilenmek de buna dahil. Aslında tüm bunlar belirli ölçülerde sistemin sürdürülebilir olması için bir gereklilik de kimi zaman. Yemeğin içindeki tuz, acı ve diğer baharatlar gibi: biraz homeless, biraz hippi, biraz da punkçı…
Avrupa’ya kıyasla sosyal devlet anlayışının neredeyse hiç olmadığı, bireyselleşmenin en acımasız yaşandığı Amerika’da dahi homelessların sistemi korumada iki yönlü etkisini görmekteyiz: İlk olarak başarı hedefini tutturamayan veya oyunu kurallarına göre oynamayanların düşecekleri durumu sergilemesi bakımından kitlelere iyi bir gözdağı vermek ve sahip olduklarına şükrederek daha fazla bağlanmalarını sağlamak. İkinci olarak ise zaman zaman evsizlere çorba ve giysi dağıtmak gibi sosyal yardımlaşma projelerinde yer aldırarak vicdan arınması sağlamak.
Bununla birlikte beyaz yakalıların gençlik hevesi olarak içlerinde kalmış birçok marjinal ukdeleri dahi sistem tarafından rahatlıkla absorbe edilebiliyor. Evinizi ve işinizi bırakmak zorunda kalmadan tercihe göre punk, hippi… birçok farklı konseptle barda sabaha kadar eğlenebilirsiniz. Doğal yaşamı özleyenler için ise hafta sonları organik hobi bahçeleri... Sistemin elinin uzanmadığı nerdeyse hiçbir boşluk kalmamışken her iki eserde de “özgürlük” gibi gösterilmeye çalışılan kaçış alanlarını gerçekçi bulmak mümkün değil.
Sokaklarda yaşam savaşının yanında her gün şiddet, taciz gibi onlarca tehditle boğuşan ve çoğu zorunluluktan kaynaklı sancılı bir süreci yaşayan sokak insanlarının yaşam biçimini, Başkalarının Tanrısı romanında açık hava entelektüel sohbetleri gibi okuduğumuzda doğal olarak bunlar da olsa olsa Mine Söğüt’ün düşsel sokak insanları diyebiliyoruz. Bu açıdan bakıldığında Hakan Günday’ın 8 bölümlük dizisinin bitiş sahnesi de oldukça manidar; bütün o hesaplaşmalar ve kargaşadan sonra ormanla bütünleşmiş bir nehir kenarında huzur içinde uyuyan bilge punkçı Moloz’un uyanıp “Özgürlük budur!” tarzı gülümseyişi bize ideallerimizin peşinde koşma umudu veriyor. Oysa gerçek yaşamda Moloz’un ütopyası da arsa sahibinin jandarmaya haber vermesi ve ardından çadırların sökülmesiyle son bulacak kadar kısa ömürlü.
Sonuç olarak sistemin kendisini değiştirmeyen her şey, öyle ya da böyle sistemin bir parçası hatta kimi zaman sistemin daha iyi çalışmasını sağlayan çarklarından biri haline dönüşüyor. Toplumsal özgürlük arayışları dışındaki her bireysel mücadele de sonu hayal kırıklıkları ile biten iyi niyetli bir çabadan öteye geçemiyor. Sistem devam ettiği müddetçe de tanrı uysalların da uysal olmayanların da üzerinde varlığını ayrım yapmadan sürdürüyor. Ne başka tanrılar var aslında ne de başka insanlar. Maalesef hepimiz için şimdilik zorunlu ve tek bir gerçeklik var: Tek sistem, tek tanrı ve tek insan(!)
Evrensel'i Takip Et