12 Ocak 2013 13:38

Ufaklık sana emanet Lefter Abi...

Cem Zamur'un kaleminden bir Lefter Küçükandonyadis hatırası ve yazısı...

Paylaş

Cem ZAMUR

Sene 1948, Kabataş iskelesinde küçük bir çocuk gözleriyle inenleri kolaçan ediyor. Belli ki beklediği biri var. Az sonra ışıldayan gözlerini alamadığı noktaya doğru yöneliyor. Topluca yürüyen on-on beş kişilik bir grubun içinden cıva gibi atletik bir genç adamın yanında bitiyor. Kısa süre önce başlayan ritüel aynı şekilde sahneleniyor. Çocuk elini uzatıyor, genç adam elindeki spor çantasını ona veriyor ve başını okşuyor, elini küçük çocuğun omzuna atıp yürümeye başlıyorlar. “Nasılsın abi?​” diyor çocuk, “Çok iyiyim, sen nasılsın?​” diye cevap veriyor genç adam. “Ben de iyiyim abi.” Sükûtla yürüyorlar. Küçükte saygıyla karışık kısa sürede meftunu olduğu yeteneğe yakın olmanın verdiği heyecan var, genç adam ise yanında bir madde gibi varlığı hissedilen saf sevginin koruması altında biraz sonra çıkacağı maçı yaşıyor, oynamadan. İstikametleri Dolmabahçe Stadı. Kapıya geldiklerinde görevli kafileye yol verse de genç adamın yanındaki küçük çocuğa takılıyor gözü, genç adam o sormadan söylüyor: “Ufaklık benimle!” İçeri girdikten sonra ayrılıyor yolları, “Başarılar abi,” diyor çocuk çantayı geri verirken. Gülümsüyor genç adam, “Sağol, dikkatli ol yukarıda,” diyerek küçük çocuğu tribüne uğurluyor. İşte o genç adamın adı Lefter Küçükandonyadis’ti.

Size özel bir hikâye daha anlatmak istiyorum. Bu anlatıda ben de yer alıyorum ama esas öznesi Lefter Küçükandonyadis, hikâyeyi okunur kılacak olan da onun varlığı. Söyleşi, konuştuğunuz kişiye göre zorluk derecesi değişen bir yazı faaliyetidir. Özellikle de Lefter Küçükandonyadis gibi bir isim büyüklüğüyle konuşma fırsatı çıkarsa muhakkak bu zorluk derecesi yüksek bir deneyim haline gelir. Hele bir de çocukluğunuzdan beri onun binbir hikâyesiyle büyüdünüzse, bu faaliyet nabız artıran, bacak titreten bir kisveye bürünür. Oysaki bir derginin yayın kurulunda kabul gören bir öneridir en nihayetinde bu söyleşi. Buraya kadarı tamam da söyleşi yapılacak kişinin cismani bir varlık mı, yoksa anlatısıyla bugüne ulaşan hayali bir kahraman mı olduğunu bile tam anlamıyla zihninizde netleştirememişseniz işiniz zordur. İşte halim buna yakındı.

‘BİR PORTRENİN KARA KUTUSU’

Bir söyleşide yazılan kadar yazılmayan, sayfaya yedirilmeyen veya yaşanan o anın hali de etki eder yazdıklarınıza. Benim anlatacağım tam da bu yazmadıklarım olacak. 2004 senesinde yazdığım Lefter Küçükandonyadis portresinin kara kutusudur okuyacaklarınız bir bakıma. İlk önce hakkındaki yazılanları tekrar okudum, Lefter Abi’nin karşısına tığ-ı teber çıkacak değildim. Lakin benim konuşmak istediğim rakamlar, kupalar ya da istatistiksel veriler değildi. Ben daha çok o futbolun, o yeteneğin, o günlerin mânâsını konuşmak istiyordum. Lefter Abi’yle ilgili son bilgileri de ekledim öğrendiklerime: son dönemde hiç röportaj vermiyordu, fotoğraf çektirmiyor, kayıt cihazı gördü mü huylanıyordu. Üstelik nedendir bilinmez öğrendiğim bu negatif düşüncelerinin üzerine kendisinden bir randevu talep etmeden -ama adada olduğunu öğrenerek- mânâsını arayan cahil müridin kuşandığı celadetle soğuk bir Kasım günü kendimi ada vapurunda buldum. Vapur adaya yanaştığında adres elimde olmasına rağmen kestirme yolu tercih edip karakola sordum, memurlar tarif etti, evi buldum.

LEFTER, SÖYLEŞİYE NASIL İKNA EDİLİR?

Kapıyı çaldım, karşıma Lefter Abinin hanımı çıktı, meramımı ona anlattım. Sabah yürüyüşüne çıktığını fakat dönüşte muhakkak kahvehaneye uğrayacağını, onu orada bulabileceğimi söyledi. Üstelik bir-iki de küçük tüyo verdi söyleşi konusunda ikna edebilmem için. Adada biraz turladıktan sonra kahvehaneye gittim. Kahvedeki adalılar bir yabancının o saatte ne için geldiğini merak eden bakışlarla süzdüler beni. Çay istedim, adalıların nazarını soru cümlesi haline getirip çayla beraber önüme koyan, kahvehanenin sahibiydi. Lefter Abi’yi beklediğimi söyleyince rahatlama, merak ve tedirginlik üçgenine düştüklerini fark ettim. Ortada bir tulûat sergilenmeye başladı. Biri seslendi “Hayatta konuşmaz seninle, boşuna bekleme”; onun yanından başka biri “Niye konuşmasın canım, dergiye yazacakmış konuşur bence,” dedi. Bir süre sonra kapı açıldı ve eşofmanlarıyla çakı gibi Lefter Abi girdi. Ayağa kalkmamla, yan yan bana baktığını fark etmem bir oldu, o da beni fark etmişti. Esas ters hamle o kalabalığın içinden geldi, “Kaptan, arkadaş seninle röportaj yapmaya gelmiş,” dedi birisi. Hem fazlaca buyurgan hem de kullanmak istemediğim bir üslupla söylenmiş bu söz, huzursuz etti beni. “Yaa, öyle mi?​” dedi tek kaşı havaya kalkmış bir şekilde. Kendimi tanıttım, tokalaştık ve aynı masaya oturduk.

Aynı masaya oturmamıza rağmen, yüzü adalılara ve diğer masalara bakacak şekilde, sandalyesine yan oturmuş hemen kalkacak gibi bir hali vardı. Yanıma ne fotoğraf makinesi ne de kayıt cihazı almıştım, öğrendiklerimi samimiyetle uygulamaya kararlıydım. Önce ufak ufak sorular sordu: kim olduğumu, nereden geldiğimi, onu nasıl bulduğumu. Ardından kırmadan dökmeden tane tane izah etti: Artık gazetecilere röportaj vermediğini, fotoğraf çektirmek istemediğini anlattı. İtiraz etmedim, üstelemedim sadece “Gazeteci değilim. Ne fotoğraf makinesi var yanımda ne de kayıt cihazı” dedim.

YORGUNLUĞUN ÜSTÜNE BİR SAİT FAİK KİTABI GİBİ...

Lefter Küçükandonyadis neresinden bakarsanız bakın asla klişe haline getirilemeyecek bir büyüklüğün, bir samimiyetin adıdır. Forması, tozluğu ve kramponlarıyla neredeyse on kiloluk bir teçhizatla, gülle gibi sırımlı toplarla, tarladan hallice sahalarda yazılmıştır bütün o futbol kasideleri. Fakat o devrin insanları bunu da böyle bir gerçeklik olarak kabul ederek, tüm bu koşullarda üretmeye, umut etmeye devam etmişlerdir. Onlar öyle günlerdi şimdikiler bambaşka. Eski bir Türk filmine rastlar da bir türlü başka kanala geçemezsiniz ya, haksızlıklar yaşayan film karakterinin haline üzüldüğünüzden mi yoksa arka fonda akan eski İstanbul görüntülerinden mi bilinmez, gözyaşınız hep asılı durur kirpiğinizin ucunda. İşte öyle bir şeydir Lefter Abi. Hayatın binbir gailesinden sıtkınız sıyrılıp, zar zor eve vardığınızda, bir nefes almak için kitaplığınızdan çekip aldığınız ve o günleri tatlı bir masal gibi okuduğunuz bir Sait Faik (ki o da başka bir adalıdır) kitabı gibidir Lefter Abi.

ORALETİN HİKMETİ

Zorlamayacaktım. Bir süre geçtikten sonra tam müsaade isteyecektim ki, “Birer oralet içelim o zaman,” dedi. Bunun ikna olmaya meyyal bir halin göstergesi olduğunu çok sonraları anlayacaktım. Cebinden bir avuç portakallı şeker çıkardı, masanın üstüne bıraktı. “Ne soracaktın, nasıl yazacaktın?​” gibi bir-iki soru daha sordu. Ben sorularım olduğunu ama daha çok onunla sohbet etmek istediğimi, bu sohbetten ara ara notlar alarak bir yazı çıkarmayı düşündüğümü söyledim. “Tamam” dedi, “yapalım bakalım.” Şaşırmama rağmen, notlarımı, defter ve kalemi bir hamlede çıkardım. Masamız on dakikada şenlenmişti, kimisi ayakta kimisi oturarak adalı dostları “Kaptan”larının her dediğini pür dikkat dinliyordu. Samimiyeti gözlerinden taşan bir insandı Lefter Abi, çok espriliydi. Kendiyle barışık hali insana özellikle iyi geliyordu. Sonra anlattıklarının üstüne sorduğum bir-iki soruyu beğendi, “Dersini iyi çalışmışsın,” dedi. “Ders değil çocukluğumdan beri birinci ağızdan dinlediğim bir aile yadigârı,” demedim.

‘YAZIK, FOTOĞRAF ÇEKTİRİRDİK’

Sohbet çok güzeldi, sabah girdiğim kahveden akşamüstü zor ayrılabildim. Kalkmadan sordu Lefter Abi, “Fotoğraf makinen yok mu gerçekten?​” Onun fotoğraf makinesiyle ilgili düşüncelerini bildiğimden getirmediğimi söyledim. “Yazık keşke getirseymişsin, beraber çektirirdik” dedi. Ardından izin istedim, Lefter Abi “O zaman seni yolcu edeyim, hem torunumla da tanışırsın,” dedi. İskeleye geldik, iskelenin içerisindeki dükkânda torunuyla tanıştık. Ayaküstü hoşbeşten sonra vapurun yanaşmakta olduğunu gördük. Vedalaştık, vapura doğru yürürken dönüp arkama baktım, el sallıyordu. İşte Lefter Abi benim aklımda Büyükada’nın güzel siluetinin önünde el sallayan o görüntüsüyle kaldı. Yaşadıklarımdan sonra, kibarlık, tevazu ve nüktedanlığı böylesine bünyesinde harmanlamış o yaşta ve o kariyerde bir efsaneyi iki dergi sayfasına sığdırabilmek mümkün müydü? Ama yazacağım yazıdan çok, o günün ve o sohbetin hissettirdikleri daha değerliydi benim için. Yoksa hakkında belgeseller çekilen, kitaplar yazılan, heykelleri dökülen biri için iki sayfalık bir yazının ne kıymeti olabilirdi ki? O başlı başına -merhum İslam Çupi’nin tabiriyle- bir “Lefterizm”di.

‘ONUN GİBİSİ GELMEYECEK’

Son hikâyemiz yetmişli yılların ortalarından. İki-üç kişi futbolla ilgili bir tartışmanın içindeydi. Yanımdaki adamdan ise çıt çıkmıyor, sadece dinliyordu. Yeni bir transferden bahsediyorlardı, çok büyük futbolcu olacağını öngörüyorlardı. Hatta biri bunu abartıp “Lefter’i bile geçer” dediğinde, yanımda bir kıpırdanma hissettim. O dakikaya kadar susup dinlemeye gayret eden adam, çilehanede zamanını doldurmuş, hiçbir zaman konuşmayan bir ermişin birden dile gelip herkesi o kelamının düşüncesiyle baş başa bırakması gibi tane tane konuşmuştu: “Herkes tek ve benzersizdir muhakkak. Ama söz konusu top oynanan bir alansa onun gibisi bir daha gelmeyecek, bunu aklınıza iyice sokun.”  Bu sözü söyleyen, yazının en başında iskelede Lefter Küçükandonyadis’i bekleyen, aynı zamanda benim dayım olan ufaklıktı.

Geçen sene 13 Ocak’ta kelimenin tam mânâsıyla “kaybettik” Lefter Küçükandonyadis’i. Ufaklığı ise ondan yaklaşık dokuz ay önce uğurlamıştık. Lefter Abinin vefatını öğrendiğimde hep o iskeledeki halleri geldi aklıma. Artık başka bir aleme giden Lefter Abiyi orada da kapının önünde bekleyen bir ufaklık hayal ettim. Gülen gözlerle Lefter Abiyi karşılayıp kol kola yürürlerken giriştekilere söz bırakmadan kendisi söylüyordur: “Abi benimle!” Işıklar içinde uyusun ikisi de...

ÖNCEKİ HABER

Cumartesi Anneleri: Barış, kayıplara yaklaşmak demektir

SONRAKİ HABER

‘Dünyaya kendi utancını gösteren kitaplar’

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...