15 Nisan 2018 23:30

‘AKP, ekonomik sıkıntıların etkisi artmadan seçimi atlatmak istiyor’

Yrd. Doç. Dr. Özlem Albayrak: Erdoğan’ın faizin artırılmasına direnmesinin asıl sebebi, bir küçülme yılında seçime gitmek istememesi.

Paylaş

Serpil İLGÜN

Ekonomik verilerdeki bozulma uzunca süredir gündemde. Ancak enflasyon, işsizlik gibi temel göstergelerdeki yükselişe dövizin artışı, büyük şirketlerin borç yapılandırma talebi, Türkiye’nin en büyük medya grubunu alması için Demirören ailesine hibe olarak nitelenen şartlarda verilen kredi ve savaş harcamaları gibi yeni şartlar eklenince, “kriz mi geliyor” sorusu yeniden endişeli sorulardan birine dönüştü.

Enflasyonun yüzde 12’lere dayandığı ekonomik tablonun işsizlik göstergeleri de yukarı çıkmayı sürdürüyor. Geniş tanımlı işsizliğin yüzde 18.3; genç işsizliğin yüzde 19.2 oranında seyrettiği şartlarda Mart ayı yoksulluk sınırı 5416; açlık sınırı ise 1663 TL’ye yükseldi.

2003’ten bu yana dolar karşısındaki en fazla değer kaybettiği dönemini yaşayan Türk Lirası’nın ABD, İngiltere ve Fransa’nın Suriye saldırısı sonrasında yaşayacağı akıbet ise başlayacak haftada netleşecek. Patronlara hitaben “OHAL sizin için, bakın grevleri de erteliyoruz” denilen OHAL’in de bu hafta 7. kez uzatılacağını ayrıca not edelim.

Tüm bu göstergeler Türkiye için ’94 ve 2001 krizlerine kıyasla daha ciddi bir krizi mi işaret ediyor?  Doların yükselişindeki temel faktör ne? Erdoğan, Merkez Bankası ile neden bu kadar çatışıyor? AKP, bozulan ekonomik göstergelerin yansımalarını seçimlere kadar öteleyebilir mi? Açıklanan teşvikler, izlenecek ekonomik politikalar “tedavi” edici olur mu?

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü’nden Ocak 2017’de KHK ile ihraç edilen Yrd. Doç. Dr. Özlem Albayrak’la konuştuk.

Dolardaki artışın nedenleriyle başlayalım. Hükümet cephesi daha önce olduğu gibi bugünkü yükselişi de küresel dalgalanmalara, Suriye’de yaşananlara bağlıyor ama gerçekte bu ne kadar etkili?

ABD ve dünya ekonomisindeki gelişmelere bağlı olarak dolarda bir hareketlilik söz konusu ama Türkiye’nin kurla başı 2103’ten beri belada aslına bakarsanız. Bu da şundan kaynaklandı; 2013’te ABD Merkez Bankası “Ben artık parasal sıkılaştırmaya gideceğim” dedi. O tarihten sonra bizim gibi dışarıdan para girişine ihtiyacı olan az gelişmiş ülkelerde kurlar oynamaya başladı ve büyük ölçüde sürekli yükseldi. Ancak burada önemli ölçüde Türkiye’nin iktisadi yapısal sorunlarının rol oynadığını görüyoruz. Dolayısıyla kurun yükselmesinin temel nedeni bu. İkincisi, bölgesel problemler, özellikle de Suriye savaşı nedeniyle ortaya çıkan jeopolitik riskler de tabii ki bir etmen. Türkiye bu işin göbeğinde olduğu ve Afrin harekatı gibi kararlarla sürekli olarak göbeğine doğru hareketler yaptığı için Türkiye’nin ülke riski arttı. Ekonomik risklere ek olarak politik riskler arttığı için, dolar da arttı. Türkiye ile paralel olarak Rusya ve İran da doların yükselmesinden çok etkilendi ama İran, özellikle de Rusya birebir ABD ile didişiyor. Türkiye’nin bu düzeyde bir “kavgası” söz konusu değil. Özetle, kurdaki yükselişin esas nedeni, 2001 krizinden bu yana uygulanan ekonomik politikaların birikimli sonucu ortaya çıkan yapısal sorunların, son dönemdeki kötü yönetimle birlikte daha da çözülemez hale gelmesi.

Nasıl yapısal sorunlar?

2008’deki krize de neden olan hem özel şirketlerin, hem de hanehalklarının borçlarıyla finanse edilen bir büyüme modelinden söz ediyoruz. Hanehalklarının kısa ve uzun dönemli borçlandırılarak tüketimin canlı tutulabildiği, tüketime bağlı bir büyüme modeli. Ama bu bize neye mal oldu? Türkiye sanayisi ve üretiminin ithalata bağımlı olduğunu anımsarsak, üretimimizi arttırdığımız ölçüde dış ticaret açığımız da artıyor. Bunun karşısında düşük katma değerde mallar ihraç ettiğimiz için ihracat düşük kalıyor. Bu da sizin cari açığınızı arttırıyor.

Bu borçlanmaya dayalı tüketim, aynı zamanda 2002’den itibaren uygulanan kriz sonrasındaki bütçe açığı ile kamu borç stokunun düşürülmesi ve enflasyonun kontrol edilmesi adına uygulanan kemer sıkma politikalarının hiçbir politik maliyete katlanılmadan yapılabilmesine olanak tanıdı. İnsanlar borçlandırılarak tüketime yönlendirildi ve bir zenginlik içindeymiş gibi hissettirildi.

Bir diğer önemli sorun da şu; bugün borçluluk nedeniyle firmalar kıpırdayacak halde olmadığı ve yüksek faizler nedeniyle tüketimde de daralma yaşandığı için, hükümet, ekonomide en az açık veren kesimi, kamu bütçesini kullanmaya başladı büyümek için.

Bu da artı bir yük getirmiyor mu?

Sermayeye verilen teşvikler, Kredi Garanti Fonu aracılığıyla sermayeye kullandırılan krediler kamu bütçesine yük tabii ki. Kamu borçlanması ve bütçe açığı iki yıldır artıyor, bu daha önceki kur ataklarının ardından zaten yükselmiş olan faizler üzerinde de bir baskı yaratıyor. Ancak seçime şişirilmiş, sağlıksız da olsa büyüme ile girmek isteyen Hükümet, yüksek enflasyona da rağmen faizleri artırmak istemediği için, içerdeki finansal yatırımcı ve dışardan gelen kısa dönemli sermaye ekonomiden çıkma niyeti gösterdiği anda bu, kurda büyük sıçramalara neden oluyor.

Önemli olması bakımından altını yeniden çizelim; özel kesim firmalar çok borçlu. Özellikle 2008 krizinden sonra Amerika ve Avrupa krize karşı genişletici para politikası ile negatif faizler uygulamaya başladılar ekonomiyi ayağa kaldırmak için. O dönemde Türkiye’de bugünkü kadar olmasa da faizler dışarıya göre daha yüksek olduğundan, özel kesim o negatif faizlerle (Türk Lirası da bu kadar değer kaybetmediği için) dışarıdan yüksek düzeylerde borç aldılar.

Buna özel bankalar da dahil mi?

Evet, bu özel kesimin içinde hem firmalar, hem bankalar var. Bankalar merkez ülkelerdeki piyasalardan düşük faizle aldıkları borçları özel kesime (hem hanehalklarına hem de firmalara) kredi yani borç olarak verebildi. Bugün ekonomik durumla ilgili olumsuz tabloyu besleyen faktörlerden biri de önemli orandaki borcun ödeme gerekliliği ile ilgili. Nitekim sadece 2018’de 220 milyar dolar bir ödeme yapılması gerekiyor. Ve bunun çok azı kamunun. Bu paranın yüzde 70’e yakını özel kesimin borcu. Düşünün, 800 milyar dolar milli gelir var ama 2018’de dışarıya ödememiz gereken para 220 milyar dolar. Yani bir yıl içerisinde milli gelirinizin dörtte biri kadar yabancı para cinsinden borç ödemesi yapmanız gerekiyor. Bu tablo yurtdışından kısa dönemli para girişi ile finanse ediliyor, bunun aksama emaresi göstermesi ise ülkeden para çıkışına ve kurun artmasına neden oluyor.

Siz bu kadar dışarıdan gelecek paraya bağımlısınız, net döviz pozisyon açığınız Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın yüzde 53’üne gelmiş, enflasyonunuz ve işsizliğiniz iki haneli rakamlara demirlenmiş ve azalmıyor... Tablo böyle olunca, kur artışları da bu tür önemli yapısal sorunlar taşıyan ekonomileri kaçınılmaz olarak daha fazla etkiliyor. Bu nedenle Merkez Bankası’nın şu anda yapması gereken faizleri arttırmak. Ama Erdoğan arttırılmasını istemiyor. 2009’dan beri de Merkez Bankası ile faiz konusunda didişiyor.

Madem durum faizin arttırılmasını gerekli kılıyor, bu yapay bir didişme mi?

Yapay değil, mecburen arttırılmamasını istiyor, çünkü ekonomik büyümesi borçlanmaya dayalı büyüme üzerinden gidiyor. Mesela konut sektörü. Bu faizlerle konut satamıyor inşaat sektörü. Konut satışları düşüyor, en yüksek düşüş de ipotekli satışlarda. İnşaat firmaları bir şekilde bankalarla anlaşmalar yapıyor, muhtemelen yurt dışından düşük faizle borç alıyorlar ama bu kur düzeyi ile o da artık mantıklı gelmemeye başlayacaktır. Kendileri bireysel sözleşmeler yapıyorlar satış yapabilmek için. Dolayısıyla özellikle konut sektöründe sıkışmışlık var. Erdoğan “faiz enflasyona neden olur” filan da diyor ama asıl neden bir küçülme yılında seçime gitmek istememesi. Bu nedenle bütçeden harcıyor. Erken seçim olasılığının bu tür hamleler nedeniyle düşük olmadığı kanısındayım. Çünkü ekonomideki sıkıntıların halk üzerindeki etkisi artmadan seçimi atlatmak istiyor. Ancak, Erdoğan’ın tüm ısrarına rağmen faiz artırımına gidilecektir.

Merkez Bankası’nın “ihtiyaç olursa ilave sıkılaştırma yapılabilir” açıklaması da arttırılacağı anlamına mı geliyor?

Evet. Bir artış yapacaktır ama ne kadar? Eğer beklentinin altında bir artış gerçekleşirse buna da olumsuz tepki veriliyor. Yani kurdaki artışı durduracak düzeyde olmama ihtimali yüksek. Ama bu tartışmalar sürerken öyle bir sıkışmış duruma girildi ki... Çünkü kurdaki artış sadece doları değil, enflasyonu da besliyor. Petrol fiyatlarına hemen yansımaları oluyor ama aynı zamanda gıda ürünlerinde de ithalat yapıyoruz. Türkiye’de üretilen malların hepsinin girdisi petrol olduğu için, petroldeki artış otomatikman her mala tarım ürünlerine de yansıyor.

Seçimlerin zamanında yapılması durumunda, ekonomik göstergelerdeki bozulmanın etkileri 2019’a kadar bastırılıp, ötelenebilir mi?

Bunu söylemek gerçekten çok zor. Yani önümüzdeki hafta içeride ya da dışarıda bir şey olur, örneğin Suriye’ye saldırı başka bir boyuta ulaşır, başka bir yere gider ekonomi. Ancak şu var; yurtdışından para girişi olduğu sürece sürdürülebilir durumda. Basından takip edebildiğim kadarıyla piyasadaki beklenti 50-75 baz puan arasında bir faiz artışı. Merkez Bankası, örneğin bu artışı gerçekleştirirse tekrar sermaye girişi olur ve kısa dönemli sıcak parayla finanse etmeye devam eder. Bu arada bize benzeyen ülkeler arasında en yüksek enflasyona sahip, en yüksek faiz veren ülkeyiz. Merkez Bankası faizi yüzde 12.75, bize benzeyen ülkelerde en fazla yüzde 8’i görüyoruz. Bütçe aracını da sonuna kadar kullanarak, en son yine bir teşvik paketi açıklandı. Dolayısıyla 2019 seçimlerine kadar dayanabilir. Ancak diğer yandan çeşitli riskler de daha fazla zorluyor.

Mesela?

Biraz önce sözünü ettiğimiz özel sektör borçlarının ödenememesi örneğin. Bunların bir kısmı hazine garantili borçlar ve şu anda kamu borç stoğu içinde görünmüyorlar. Bütçe açığı içinde de görmüyoruz. Bunların realize olması, kamu borcu haline gelmesi ve yurt dışından da sermaye girişinin durması durumunda çok hızlı biçimde tablo değişebilir.

‘DÜŞMANLARIMIZ’ ARGÜMANI TUTACAK GİBİ DURMUYOR

Erdoğan ve Hükümet cephesi, dövizdeki artışın nedenini küresel dalgalanma ve Suriye’de yaşananlara bağlamakla birlikte, “Türkiye’nin büyümesini ve gelişmesini istemeyenler” gibi müphem bir argümanı yeniden kullanıyor. Ancak işsizliğe, enflasyona, dolayısıyla çarşıya pazara daha fazla yansıyan ekonomik durumun kötüleşmesini açıklamada bu argüman bugün aynı işleve sahip mi?

Kendi kitlesi için belli bir noktaya kadar ikna edici oluyor anladığım kadarıyla. Ancak dediğiniz gibi özellikle gıda fiyatlarındaki artış hissedilmeyecek gibi değil. O yüzden rahatsızlık doğduğunu tahmin ediyorum. Şu kadarını söyleyebiliriz, Erdoğan sadece dolar arttığı için bu kadar ekonomiye ilişkin açıklamaya yaparak, suçu klasik “düşmanlarımız var” söylemiyle hükümeti dışındakilere aktarmaya çalışmıyor. Çünkü genel kötüleşmenin farkındalar. Bütün otoriter hükümetler gibi bir dış düşman yaratarak bütün problemleri onlara yüklemek işe yaradı. Ama sanki bu argüman bu sefer o kadar ikna edici olamayabilir ki havuz medyası “ekonomi iyiye gidiyor” diye başlıklar atıyor.

SURİYE SALDIRISININ ETKİLERİ SINIRLI OLACAKTIR

Artan bir olasılık olarak konuşulan ABD, İngiltere ve Fransa’nın Suriye’ye saldırısının gerçekleşmesi, kura ve genel manada “kırılgan” ekonomiye yansımaları ne olur?

Alanım değil ama takip edebildiğim kadarıyla “Üçüncü dünya savaşı mı çıkıyor?​” dedirten bir gerginliğin ardından sınırlı tutulmuş ve Suriye’deki savaştaki pozisyonların değişmesini sağlayacak bir etki yaratmamış bir askeri müdahale çıktı. Türkiye müdahaleye destek verdi, hatta İslamcı kesimden müdahaleyi yetersiz bulanlar oldu. Bu arada başka gelişmeler olur mu bilinmez ama Türkiye ekonomisine etkisinin sınırlı kalacağını tahmin edebiliriz. Dolar 4.09 düzeyine gerilemişti, 4.20’yi gördükten sonra. Tahminim Merkez Bankası’nın 25 Nisan’da alacağı faiz kararına yönelik beklentiler, buna yönelik Hükümet ve Merkez Bankası’ndan gelecek sinyaller, adımlar bu hafta doların seyrini belirleyecektir.

ÖZELLEŞTİRMELER YABANCI SERMAYEYİ RAHATLATMAYA YÖNELİK

Şeker fabrikaları ve önümüzdeki günlerde de madende başlayacağı söylenen özelleştirmeler AKP’ye iktisadi olarak nasıl bir yarar sağlayacak?

Var olan sıkışıklıktan kaynaklı olarak bütçe açığını ne kadar sınırlandırabilirlerse o kadar kâr diye bakılıyor ama buradaki özelleştirmeler sadece gelecek gelir anlamında değil. Çünkü değerinin altında kendi yandaşlarına satıyorlar. Ama şu mesajı veriyorlar; yurtdışından para girilmesine ihtiyaç olduğu için sürekli garantiler vermek, hem ulusal hem de uluslararası sermayeyi rahatlamak, güvenceler vermek zorundalar. Varlık Fonu’nu da böyle görmek gerek. Yani “bir sıkışmışlığımız olabilir ama gördüğünüz gibi bütün varlıklarımızı tek çatı altında topladık, biz bunun geri ödenmesini yapabilecek durumdayız” mesajı verildi. Şeker fabrikalarının satışına da böyle bakmak gerekiyor. “Biz ne var ne yok satmaya hazırız” mesajıyla kısa vadeli gelen yabancı sermayeyi biraz rahatlatmak için yapılan adımlar gibi geliyor.

YENİ PROJELER BAŞLATILACAK BİR DURUM YOK

Erdoğan, ekonomiyle ilgili terör estiriliyor izin vermeyeceğiz” vs derken, ekonominin ne kadar sağlam olduğunu göstermek için “Kanal İstanbul’a da biran önce başlayacağız” dedi. Temeli atılan nükleer santral için para bulunamayacağı iddiaları dolaşımdayken, ekonomi kanal İstanbul gibi “çılgın projeleri” kaldırabilir mi?

Altı ay önce kurdele keserek açılış yapılan yerleri, seçim döneminde yeniden açma gibi pratikler yaşandığı için “Kanal İstanbul’u başlatıyoruz” deyip, kurdele de kesip pekala tek bir kazma dahi vurmayabilirler. Nükleer santral için de bu mümkün. Her şeyi bir tür sahne tasarlayarak yapıyorlar, sürekli yalan söylüyorlar, başta kendi kitleleri olmak üzere halka başka bir resim çiziyorlar. Dolayısıyla gayet “Bakın Kanal İstanbul’a da start verdik” diyebilirler. Şeker fabrikalarından gelir ümidi olan bir ülkenin Kanal İstanbul’u başlatabilecek durumda olduğunu düşünmüyorum. Kanal İstanbul’un kendisi pek çok açıdan rasyonel bir proje değil zaten. Yeni proje başlatılacak durumda değil çünkü daha yeni teşvik programı açıkladılar.

SERMAYEYE SÜREKLİ PARA AKITILIYOR

Kriz tartışmasını besleyen bir diğer gelişme de Ülker ve Doğuş gibi büyük holdinglerin borç yapılandırması için bankalarla görüşme istemesi oldu. Bu iki gruba geçtiğimiz hafta Ünal Aysal’ın sahibi olduğu Yeni Elektrik Üretim A.Ş de eklendi. Birincisi, Türkiye rekor seviyelerde büyüyorsa bu holdingler neden borçlarını ödeyemiyor? İkinci sorunun spekülasyon boyutu var ama deniyor ki, "ekonomideki kötü gidişatı gördüklerinden sermayelerini yurt dışına kaçırarak kendilerini garanti altına alıyorlar?​”

Ben Türkiye sermayesinin ülkeden çıkmayı tercih edeceği bir durum olduğunu düşünmüyorum henüz. OHAL onların çıkarına olacak şekilde sonuna kadar kullanılıyor zaten ve Erdoğan da bunu açıkça söyledi. Ayrıca bütçeden büyümeye yönelik tüm adımlar sermaye teşvikleri şeklinde gerçekleşiyor, sürekli para aktarılıyor sermayeye. Ayrıca, başlarına bir şey gelmesi durumunda borcun kamulaştırılacağını pekala biliyorlar, hiçbir risk almış değiller. Kullanmadığımız köprüleri işleten şirketlere bütçeden aktarılan paralar bunun en iyi göstergesi. Dolayısıyla ‘Türkiye’de hukuk yok, yatırımcı önünü görmüyor’ gibi CHP’nin de savunduğu argümanları AKP pratikte yaptıklarıyla, yani tamamen sermayenin lehine kararlar alıp, düzenlemeler yaparak ekarte etmiş oluyor zaten. Pek çok liberal öğretinin dışına çıkmış meslektaşımız bunu defalarca yazdı çizdi. Sermaye o ülkede demokrasi varmış, OHAL varmış filan dinlemiyor, riskleri kapatıldığı sürece sorun görmüyor. Dolayısıyla içerdeki sermayeyi AKP rahatlatıyor. Buna inanmadıkları ya da yeterli bulmadıkları bir nokta gelir mi, bilmiyorum ama şu anda yok. Yurtdışından doğrudan yatırımlar da düştü zaten kısa dönemli geliyorlar, herhangi bir riskte, anında çıkabiliyorlar. Bu arada bütçeyi finanse edenler çalışanlar. Vergi gelirlerinin yüzde 74’ü ücretlerden kesilen gelir vergisi ve dolaylı vergilerden geliyor. AKP sınıfsal bir tercihle sermayeden vergi almamayı ama sermayenin tüm sıkışıklığını da üstlenmeyi tercih ediyor. Bugünkü ekonomik tablonun nedenlerinden birisi de bu.

HEDEF, DİKENSİZ GÜL BAHÇESİYLE SEÇİME GİREBİLECEK BİR ORTAM YARATMA

Demirören Grubu’na Doğan Medya’yı alması için Ziraat Bankası’nca verilen iki yıl geri ödemesiz,  düşük faizli 675 milyon dolarlık kredinin ekonomik etkileri bakımından sizdeki okuması nasıl?

AKP bir politik ajandayla hareket ediyor ve iktisadi sıkışmışlığı da idare edebileceği düzeyde götürmek istiyor. Seçime giderken hiçbir şekilde medyada ses olmasını istemediği için medyada böyle bir düzenlemeye gitti. Dolayısıyla gerekli gördü ve bu krediyi sağladı. Doğan Grubu’ndan çok mu ses çıkıyordu? Değil ama ne olursa olsun Demirören’e geçmesiyle çok daha kötü duruma geldi tabii ki. AKP, dikensiz gül bahçesiyle seçime girebileceği şekilde bir ortam yaratma hedefinde. Aynı zamanda kendi tabanına ve pekçok kesime de bir işaret veriyor, diyor ki “bakın ben gücümü tahkim etmeye devam ediyorum. Arkamda durursanız, kazanırsınız!” Siyasi hedefleri iktisadi alanı sıkıştırsa da bu adımları gerekli kılıyor gibi görünüyor. Ama iktisadi olanı ihmal ettiği sürece de sorunlar birikerek geliyor. Siyasi gelecek kaygısı, maliyetini düşünmeden atılan iktisadi adımlara neden oluyor.

SÖYLE AMA KAPALI KAPILAR ARDINDA!

Erdoğan’ın “Bazı arkadaşların ülkemizdeki ekonomik durumun sıkıntılı olduğuna dair açıklamalar yapacak kadar yanlışın içinde düştüklerini görmek bizi üzmüştür. Bir insan kendi ayağına kurşun sıkar mı?​” diyerek Bakan Mehmet Şimşek’i kamuoyu önünde azarlaması da çok tartışıldı. Şimşek neyi açığa çıkarmış oldu ki bu kadar yüklenildi?

Şimşek, yabancı sermaye ile ülkenin bağlantısını kuran kişi. Daha önce Babacan da vardı. Bunlar, dışarda eğitim almış, uluslararası finansal kurumlarda çalışmış kişiler aynı zamanda. Babacan gitti. Mehmet Şimşek kaldı. Şimşek hele ki yabancı paraya bu kadar ihtiyaç duyulan bir dönemde sakinleştirici ve güven verici tarafını oynuyor Hükümetin. Erdoğan, Merkez Bankası ile kavga ediyor, o araya giriyor; Merkez Bankası’nın bağımsızlığına vurgu yapıyor, “size verdiğimiz taahhütlerin arkasındayız’ diyor vs. Bütün göstergelerin, yani enflasyonun, işsizliğin yüksekliğinin olduğu bir tabloda, yüzde 7.4 büyümenin gerçekçi ve sağlıklı olmadığını bilen yabancı sermayeye  Şimşek’in şu güvenceyi vermesi gerekiyor;  “Tamam, ağızından çıkanı kulağı duymayan ekonomi danışmanları filan var Erdoğan’ın ama ben buradayım. Durumun ciddiyetinin farkındayım, buna yönelik adım atacağız. Merak etmeyin.” Şimşek bunu söyledi sadece.

Bunun söylenmesine ihtiyaç da varsa, Erdoğan neden bu kadar tepki gösterdi?

Şunu istiyorlar herhalde, bunlar söylensin ama Şimşek bunları kapalı kapılar ardında söylesin! Ancak  Mehmet Şimşek de, sermayeye güvence vermek için bunun basın önünde söylenmesi gerektiğini biliyor. Kaldı ki kapalı kapılar ardında bir ekonomi diplomasisi zaten yürütülüyor hem yabancı sermayeyle, hem de Türkiye sermayesiyle. Politik beka hedefine kilitlendiği için Şimşek’e kızdılar ama görevden alamadılar. Şimşek’i seçimden önce görevden alacaklarını da zannetmiyorum. Çünkü Şimşek’in yerine konulabilecek, özellikle yabancı kesimin güvendiği bir isme şu an ihtiyaçları var. Çünkü Yiğit Bulut’a teslim edilecek bir ekonomiye kimse para getirmek istemeyebilir!

ÖNCEKİ HABER

‘İki yıl ödemesiz’ modası ve Recep’in tohumu!

SONRAKİ HABER

Ekonomimizin özeti: 'Nohut pilav yiyelim dedik, havamızı alıp geldik'

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...