18 Şubat 2018 01:36

Bozkır çeşmesi

Kim denetleyecekti madeni? Hangi işletme hangi ilin sorumluluğundaydı? İzinler koparıldıktan sonra ne gelen ne soran eden olmuştu.

Paylaş

Özer AKDEMİR

“rüzgar
unutulmuş
bir dağ çeşmesine
götürsün bizi.
Zamanın saatleri unuttuğu
Şavkıyan bir dağ çeşmesine.”
Behçet Aysan

Ne güzel bir çeşmeydi. Ne kadar şenlikli bir suyu vardı. Bozkırın bütün çeşmeleri gibi. Yazın tüm tarlalar, tepeler, tozlu yollar, ağaç gölgesine hasret bu topraklar susuzluktan yanarken, buz gibi bir su akardı oluğundan. İçmeye doyamazdınız. Önündeki küçük yalağı doldurur, neşeli damlacıklarını etrafına sıçratarak tarlanın ortasına doğru akar giderdi. 

Kendisine küçük bir yatak yapmıştı. Onun içinden akardı, nazlı nazlı. Akarken de şarkı söylerdi, türkü yakardı, ninniyle ırgalardı geçtiği toprakları. Can verirdi etrafına. Papatyaların en güzeli onun yanında boy verirdi. Pembe, beyaz yapraklı güleç yüzlü petunyalarda öyle. Mor menekşe, baygın kokulu yaban gülleri, kadife çiçeklerinin açtığı küçük bir bahçe oluşmuştu tarlanın ortasında. Tarla sahibi kıyamadı onlara. Olduğu gibi bıraktı o alanı çiçeklere. Oysa geçimi bu tarladandı. Öyle çok da büyük bir tarla değildi. 4-5 dönüm kadar vardı. Atadan dededen kalma. 

*

İki köyün tam ortasında çukurca bir ovada kalıyordu çeşme. İki köy de görünmüyordu çeşmenin bulunduğu yerden. Ilık yaz akşamları, tepesinde yıldızların oynaştığı eski kervan yolu güneyine düşüyordu. Gün doğusu ve gün batısında buğday tarlaları vardı. Zemheri gecelerinde hiç durmadan ulayan ayazların estiği kuzey kesimi ise göz alabildiğince uzayan bir ovaya bakıyordu. 

Çeşmenin oluşturduğu küçük su, tarlanın tam ortasındaki yatağından akıp, iki köyü birbirine bağlayan toprak yolun kıyısındaki iğdenin yanından geçerdi. İğdenin, beyaza çalan küçük yaprakları suyun üzerine doğru eğilirdi hep. Yazın yabanda çalışan köylüler öğle güneşinden gelip sığınırlardı iğdenin altına. İnce, sık yapraklı, dikenli iğde dallarının altı mis gibi kokardı.  Dalların altındaki yeşil otlar, insanların, bazen geceleri çeşmeye gelip su içen bir tilkinin ya da ayrık otlarının arasında dolanan tosbağaların izlerini taşırdı hep. Rahat bir döşek gibi olmuştu dibi. Altına uzanan birisi, yanında akan küçük suyun sesine dalıp gitti mi farkında bile olmadan uyku gelip çöreklenirdi gözlerine. Rüzgar, çevredeki otların, kır çiçeklerinin, sarı buğday başaklarının, tarlaların arasından uzanıp giden tozlu yolların, kadim alıç ağaçlarının sesini ve kokusu taşırdı. Bir bozkır ninnisi tuttururdu rüzgar, bir bozlak olurdu su. Bu yolları, bu tarlaları işleyen, suları bulup çıkaran insanların efsunlu öykülerini, sevdalarını anlatır, anlatırlardı... 

Çeşmenin suyu, tozlu yolun altından kalın bir boru ile geçirilirdi. Yolun öbür tarafından yıllardır sürülmemiş, insan boyu dikenlerin istila ettiği bir tarlaya akardı. Orada da kaybolurdu su. Sır olurdu birden, nereye gittiğini kimse anlamazdı. 

**

“Suyu bu kuyulardan alacağız” dedi altın şirketinin müdürü. “Zaten projede de böyle yazıyor. Bir sorun yok yani, tüm izinler alındı DSİ’den”. 

İki ilin tam ortasındaydı altın madeni. Döne kıvrıla toprağın derinlerine doğru giden dev açık ocak Nevşehir il sınırında kalıyordu. Madenin kırma eleme tesisleri ve cevherin yığıldığı liç alanı ise Kayseri tarafındaydı. İki ayrı il sınırında olmak izinler aşamasında şirketin epeyce başını ağrıtmıştı ama bunun nasıl bir nimet olduğunu sonradan anladılar.  

Kim denetleyecekti madeni? Hangi işletme hangi ilin sorumluluğundaydı? Gürültü patırtı arasında izinler koparıldıktan sonra ne gelen ne soran eden olmuştu. Ayda bir izleme denetleme kurulundan birileri geliyor, çaylarını kahvelerini içip ellerine tutuşturulan su örneklerine alıp gidiyorlardı. 

“Müdürüm bu kadar su var mı yer altında?” diye soracak oldu maden mühendisi. Komşu ilçeden, Kalaba’dandı. Bu suyun yöre açısından ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. 

“Saatte 216 bin litre su çekeceğiz yeraltı çanağından. Ne kadar zaman çekebiliriz ki bu miktar suyu? Tüm kuyuları, çeşmeleri kurur bölgenin. Zaten bozkır burası, su yok” dedi “Önerin ne?” diye sordu müdür. Sonra kendisi yanıtladı sorusunu. “En yakın akarsu Kızılırmak, 30 kilometre uzaklıkta. O mesafeden su getirmenin maliyetinden haberin var mı?” Kızgın kızgın başını salladı müdür, mühendis kızardı, sustu.

*** 

Bu yıl sonbaharda Ankara’daki bir toplantıyı fırsat bilip köye gittim. Belki 25 yıldır sonbaharını görmemiştim kö-yün. Sabah, alıç ağaçlarında kalan son alıçları toplamak ve o çeşmenin suyundan bir avuç yudumlamak için yola düştüm. Etraftaki tarlaların hepsi sürülmüş, toprağın altındaki tohumlar güz yağmurlarını, karın bir yorgan gibi üzerlerini örtmesini bekliyordu. Alıç ağaçlarında pek bir şey kalmamıştı. Köyün çocukları, yabanın kuşu, böcekleri tarafından kapışılmıştı. Zaten birkaç tane ağaçtı hepi topu. 

Toprak yoldan çeşmeye dönmeden önce iğdenin yanından geçtim. Dalları çıplaktı bu sefer ve su akmıyordu artık yanından. Az ötesindeki çeşmeye varınca gördüm ki haftalardır tek damla su düşmemişti yalağına. Suyun tarlaya aktığı oluğunun etrafı kuraklıktan çatlamıştı. 

Sonradan öğrendim ki kıraçtaki çeşmelerin hemen hepsi kurumuştu birkaç ay içerisinde. Suyu ip kadar kalan köyün içindeki çeşmelerden içilmesini valilik “arsenikli” diye yasaklamıştı. 

“Su sürekli daha derine kaçtı” dedi köylüler. “Bağların, bahçelerin arasındaki, yazı yabandaki tüm çeşmeler kurudu. Kurdu kuşu su bulabilmek için kilometrelerce yol tepiyorlar artık. Yakında biz de içecek su bulamayacağız” dediler. 

Aklıma, 30 kilometre ötede üç yıldır gece gündüz çalışan maden ve yer altından çektiği korkunç miktardaki su geldi hemen. 

O çeşme kurumuş, bozkırın ninnisi susmuştu!.. 

ÖNCEKİ HABER

'Gazeteciler iktidarın borazanı için değildir'

SONRAKİ HABER

Öğrenilmiş çaresizlik

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...