07 Eylül 2017 00:27

Her Êzidî ferman korkusunu hâlâ iliklerine kadar hissediyor 

Şerif Karataş Yazar İlhami Sidar’la İthaki Yayınları’ndan çıkan romanı ‘Başka Gökyüzü’ hakkında konuştu.

Paylaş

Şerif KARATAŞ
İstanbul 

Yazar İlhami Sidar, çocukluk yıllarında tanıklık ettiği Êzidî kızla Êzîdi köyünde görev yapan öğretmenin aşkını anlatan yeni romanıyla okurun karşısına çıktı. Önceki romanlarında olduğu gibi Yazar Sidar, tarihleri ötekileştirme ve katliamlara maruz kalmış Êzidîlerin durumuna ve asimilasyonun yarattığı tahribatı akıcı bir dil ve kurguyla sunuyor. Sidar, “Yedisinden yetmişine bu coğrafyada yaşayan her Êzidî ferman korkusunu hâlâ illiklerine kadar hissetmekte” ifadesiyle Êzidîlerin mağduriyetine dikkat çekiyor. İthaki Yayınları’ndan çıkan romanla ilgili Yazar Sidar sorularımızı yanıtladı. 

Görev yaptığı Êzidî köyünde aşık olduğu kız Hezar ile öğretmenin gerçek hikayesi üzerinden yaptığınız kurguyla “Başka Gökyüzü” romanıyla okur karşısına çıktınız…
Hafızam beni zaman zaman yanıltır, yaptığım işin doğası gereği gerçekliği de sıklıkla çarpıtma eğilimi gösterir. 1970’li yılların ortaları,  tesadüfen çarşıda bulunuyorum, birden daha önce hiç alışkın olmadığım bir kalabalığın büyümeye ve etrafımda öfkeli homurdanmaların yükselmeye başladığını fark ettim, az sonra kalabalık çığ gibi büyümeye başladı, kendimi adımların Kurtalan çarşısının daracık caddesini sert vuruşlarla sarstığı bir mahşerin ortasında bulmuş gibiydim, sağımdan solumdan sanki “sur”un üflemesiyle mezarlarını parçalayan ölülerin kalubela ritüeline anıştırmada bulunan cinnetli ayaklanması akıp gidiyordu, tüylerim diken diken oldu, iliklerime kadar titredim, gördüklerim kesinlikle çocuk aklımın anlamlandırabileceği türden şeyler değildi, korktum ve arkama bakmadan eve kaçtım. Evlerinin pencerelerinden başlarını çıkarıp komşularıyla fısıltılı bir tınıyla konuşanlar, damlara çıkıp meraklı bakışlarını çarşı istikametine çevirenler… Ne olup bittiğini anlamak için iki katlı evimizin damına çıkıp çarşıda biriken kalabalığı gözledim, oradan buradan biriken bölük pörçük yığın bir noktada birleşip hükümet binasının bulunduğu alana doğru homurtularını yükselterek yürümeye başladı, çarşının kıvrımlı sokaklarından birine daldıklarında kalabalığı gözden kaybettim ancak uğultulu sesleri kulak zarlarımı parçalıyordu, derken tekbir sesleri yükselmeye başladı. Damdan gözlerimi öfkeli güruhun yöneldiği hükümet binasının bulunduğu uzak noktaya dikmiştim. Dakikalar dakikaları, saatler saatleri kovalamaya başladı, bağırış çağırışların kulakları sağırlaştırdığı hükümet binasının bulunduğu cenahtan dumanlar yükselmeye başladı, az sonra evimizin önünden geçen Siirt Caddesinden askeri zırhlı araçlar geçmeye başladı. Bir tür küçük kalkışma yaşanmıştı. O zamanlar aklımda kalan, bir Êzidî kızının kaçırıldığı, Êzidî kızının ailesinin şikayeti üzerine yakalanıp savcılığa çıkarılan kızlarını almak üzere hükümet binasına gittikleri, bunu duyan şeyhlerin ahaliyi kışkırtarak olayların başlamasına neden olduğuydu, yaşanan olaysa bir linç olayıydı, zaten ilçeye indiklerinde türlü eziyetlere maruz kalan Êzidîler bu kez linç edilmek istenmişti.

Tabi ben bunları o zamanlar idrak edebilecek zihin yetkinliğinden çok uzaktım.Doğrusu doğup büyüdüğüm yerin, Kurtalan’ın hem Ermeni katliamı hem de Êzidîlere yapılan eziyetler babında sicili kabarıktı. Aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra babalarımızın günahını didiklemeye başladım ve yazdım, “Sadakat” te yazdım, “Şiirli Dağ” da yazdım ve “Başka Gökyüzü”nde yazdım, bize babalarımızdan miras kalan günahlarımızla yüzleşmek istedim, yazdım, babaların hesabını oğullar verir, ben bu hesabı vermeye çalıştım.

Öte yandan roman elbette gerçeğin birebir anlatımı değil, kurgu, gerektiğinde gerçekliği çarpıtarak yazınsal bir yaratıma dönüştürme işi, ben de öyle yaptım, Êzidî kızı Hezar’ın kaçırılma hikâyesi etrafında şekillenen olayları kurgulaştırdım, karakterleri yeniden yarattım, öyküyü kendimleştirdim.

Romanınızın baş karakterlerinden Kürtçe bilmeyen öğretmenin Siirt’in Kurtalan ilçesinde görev yapacağı köye doğru yolculuk yaparken, toplumsal yapı ve ilişkilere dair gözlemlerini görüyoruz. Öğretmenin gözlemlerini yaptığı zaman dilimiyle günümüzü kıyaslayacak olursanız neler söyleyebilirsiniz?
Aslında öğretmenin gözlemleri benim çocukluk yıllarımdan belleğimde kalan görüntülerin birer izdüşümü, gördüklerim, duyduklarım. Garzan bölgesinin merkezi olan Kurtalan’da feodal yapının, aşiretsel ilişkilerin, bu ilişkilerin bölgenin sosyolojik yapısının oluşumuna, bireylerin kişisel gelişimlerine etkilerini bulgulamaya çalıştım. Bu gözlemleri günümüzle kıyasladığımızda bölgede son otuz kırk yılda yaşanan sosyal siyasal gelişmelerin toplum yapısını ve toplumda kökleşmiş birtakım anlayışları da kökten değişikliğe uğrattığını söyleyebilirim, bunlardan biri aşiretsel yapının büyük ölçüde çözülmüş ve şeyhlerin ağaların eski parlak günlerinin çok uzağına düşmüş olması öte yandan özelikle şeyhlik kurumu o zamanlar olduğu gibi gücünü hâlâ merkezi otoriteden almayı sürdürmekte.

‘TARİHSEL SÜREÇTE ŞEKİLLENEN KODLAR KÖKLÜ DEĞİŞİMLERE KOLAY İZİN VERMİYOR’

Tarihleri katliam ve ötekileştirmeyle geçen Êzidîlere dair öğretmene anlatılanlar için öğretmen, “Akşam konuştuklarım Êzidîlerle ilgili öyle korkunç şeyler anlattılar ki anlattıklarının uydurma olduğunu düşünmeme rağmen duyduklarım insanın kanını donduracak cinstendi” diyor. Yaşadığımız coğrafyada insanların kendisi gibi olmayanlara karşı bu kadar ötekileştirici olmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Az önceki sorunla da ilgili bu, bağlayayım. Şimdi otuz kırk yıldan bu yana çok şeyin değiştiğini söyledik, işte aşiretsel yapının çözülmeye başladığını, halkın en azından yerelde kendi iktidarını kurduğunu. Ama öte yandan uzun bir tarihsel süreçte şekillenen toplumun genetik kodları bazı köklü değişimlere kolay izin vermiyor, zihniyetteki değişimin gerçekleşmesi öyle otuz kırk yılda gerçekleşecek gibi görünmüyor. Somut bir örnek vereyim, dün, evet dün “Başka Gökyüzü” romanının kahramanlarında Hezar ve Muavi’nin köyü Hamduna’daydım. Bayram ziyaretlerine gitmiştim, yedi sekiz yıldan sonra ilk defa. Zaten romana konu olan olaylardan sonra köy nerdeyse tümüyle boşalmıştı, romanda kurgulaştırdığım karakterlerden olan Muavi ve iki aile daha yaşıyor köyde. Muavilerin ziyaretine gittim. Romanda adı geçen çocuklardan Süfyan Almanya’ya gitmiş, Lina da evlenip Almanya’ya yerleşmiş, Leyla komşu köyden bir gençle evlenip çoluk çocuğa karışmış, diğerleri, ilk gördüğümde küçük birer çocuk olan Misafir, Hasan, Zina ve Zadina evdeler. En çok merak ettiğim kızların okuyup okumadığıydı. Zina ve Zadina’nın, “Başka Gökyüzü”nün kahramanı Hezar gibi kitap okuma tutkunu olduklarını öğrenmem beni ne kadar çok sevindirdiyse yine tıpkı Hezar gibi ilkokuldan sonra okuyamamış olmaları o kadar derinden üzdü ve yaraladı. Zina on üç yaşına basmıştı, ona sordum, neden okumadınız, şaka yollu takılarak, babanız mı okutmadı. Verdiği cevap tüylerimi diken diken etti: “İlhami abi dedi Zina, aslında okumak isterdim, bir iki hafta ortaokula devam ettim de. Benim dışımda on sekiz kişi daha vardı sınıfta, böyle olan tek bendim, yapamadım…O an öyle bir hıçkırık düğümlendi boğazımda, dağıldım, paramparça oldum, anladım, ne demek istediğini çok iyi anladım, bir yandan anlatıyor da ama anlatmasına gerek yoktu, ben anlamıştım: Bu kızcağız, on sekiz Müslüman çocuğun arasında tek Êzidî’ydi ve gittiği okulda her gün, her saat, her dakika on sekiz çift gözün ısıran, didikleyen, paramparça eden cehennemi bakışların ateşine dayanamamıştı, “Öteki” olmanın gerçek anlamını iliklerine kadar duyarak öğrenmişti, bu kız sırf Êzidî olduğu için ruhu paramparça edilmişti. 

Êzidîler demişken, Şengal’de uğradıkları IŞİD katliamını unutmamak gerekir... Kısaca neler söylemek istersiniz?
Şengal’de uğradıkları katliam ne ilk ne de sonuncusu, bugün hangi Êzidî’ye sorarsanız, size sadece şunu söyleyecek, bu kadar ferman yetmez mi, Êzidî fermanı daha ne zamana kadar sürecek. Yedisinden yetmişine bu coğrafyada yaşayan her Êzidî ferman korkusunu hâlâ iliklerine kadar hissetmekte, ne yazık ki hiçbir Êzidî kendini hâlâ bu coğrafyada güvende hissetmemekte.

Öğretmen yoksul Hamduna köyünde göreve başlıyor. Êzidîlerin yaşamlarına ve inançlarına dair kesitler görüyoruz öğretmenin gözünde.
Êzidîlerin sembol köylerinden olan Hamduna ve etrafındaki köyler şeyh ve ağalara ait, aslında kendilerinin olup zamanında Êzidî katliamlarında rol almış türedi ağa ve şeyhlere arpalık olarak sunulan bu toprakları yarıcı usulüyle işliyor, rençberlik yapıyorlar. Öte yandan o zamanlar içlerinde roman kahramanı Hezar’ın ailesi de olmak üzere, büyük çoğunluğu Almanya’ya göç eden Hamdunalılar zamanla zenginleşerek köylerine ait toprakların neredeyse tamamını satın aldılar, zaten köyde dediğim gibi bir iki aile dışında kimse kalmamış, Yurt dışındaki Êzidîler eskiden yarıcı usulüyle işledikleri toprakları,kaderin bir cilvesi işte, bugün o toprakların sahibi olarak çevre köylülere kiralıyorlar.

Romanda dünya edebiyatında iz bırakan yazarların eserlerinden kısa da olsa yer yer alıntılar görüyoruz. Romanınıza başarıyla aktardığını bu alıntıları neden kullanmak istediniz?
Post modern edebiyat Julıa Kristeva’nın Süleyman’a göndermede bulunduğu “Güneşin altında yeni bir şey yoktur” düsturundan yola koyulur, bu aslında diyalektiğin ta kendisidir. Unamuno’nun “Sis”i Cervantes’in “Don Quijote’una selam durur, Tanpınar’ın “Huzur” uç bir Dostoyevski’nin “Ecinniler”i, Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde”sinin önünde düğmelerini ilikler; Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı Nabokov’un “Solgun Ateş” ve “Sebestian Knight’ın Gerçek Yaşam Öyküsü”ne bir naziredir, keza Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ı da benzer niteliktedir. Haklısın ben de “Başka Gökyüzü”nde Roussea’nun “İtiraflar”ından Kirkegard’ın “Baştan Çıkarıcının Günlüğü”ne, Nabokov’un “Ada ya da Arzu”suna, Lermontov’un “Zamanımızın Bir Kahramanı”na, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notları”na kadar pek çok esere açık ya da örtük göndermelerde bulundum. Bunu neden mi yaptım? Tabi ki postmodern bir eser ortaya koymak için değil, gelenekle beslenip büyümek için, kökü olmayan hiçbir şey gelişemez.

‘KIRK YAŞIMA KADAR ANA DİLİM OLAN KÜRTÇEYİ BİLMİYORDUM’

Asimilasyon politikasının yarattığı tahribatı roman karakterlerinden Ali’nin,  “Çocukluğumuzun en heyecanlı zamanlarında bize hep ödünç şeyler giydirildi; ödünç dil, ödünç tarih, ödünç yaşam…Okulu çevreleyen duvarların içinde ve dışında iki ayrı yaşamımız vardı. Duvarların içinde Türkçe, dışında Kürtçe yaşıyorduk” ifadelerinde görüyoruz. Bu durum ne yazık ki halen de sürüyor. Asimilasyon politikasındaki bu ısrara dair neler söylemek istersiniz? 
Sevgili Hırant Dink’in en sevdiğim sözüdür, “Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlamak hastalıktır. Kimliğini yaşatabilmek için sana bir düşman gerekiyorsa senin kimliğin hastalıktır.” Ne yazık ki egemen zihniyetin bin yıldan beridir ama açık ama örtük bir şekilde Kürtlere dayattığı vahşi bir asimilasyon politikası var, bakın bir dil sürçmesi değil, kelimenin en gerçek en yalın anlamıyla kullanıyorum“vahşi”yi. Asimilasyonun Kürtler üzerinde yarattığı en ağır tahribat tevhid-i tedrisat kanununun ilan edilmesiyle başlar. Zira bu kanununun yürürlüğe girdiği tarihe kadar Kürtler medreselerde bir şekilde ana dilde eğitim imkânına sahiptiler dillerini kültürlerini eğitim alabildikleri dilde sürdürebiliyor ve dillerini canlı tutabiliyorlardı. Bundan sonra Türkiye sınırları içinde Kürt dili gelişimini çok ağır ve hastalıklı bir şekilde sürdürdü, yüz yılda bir arpa boyu yol kat etti, tabi bunca olumsuz koşullar altında, nerdeyse bin yıllık bir asimilasyon politikasına karşın esasen Kürtçenin varlığını bugüne kadar sürdürmüş olması bile mucize kabilinden bir vakıa. 

Öte yandan kendimin de bu vahşi asimilasyon politikasının kurbanlarından biri olduğumu söylemek durumundayım. Kırk yaşıma kadar ana dilim olan Kürtçeyi bilmiyordum, sonra bir gün kendi kendime ana dilimi öğrenmeliyim dedim, 2009’da da bir söyleşide Kürtçe bir eser yazmayana kadar Türkçe yazmayacağım biçiminde bir beyanda bulundum ve kendimi bununla bağladım. 2011’de “Tehma Xweliyê” adlı ilk Kürtçe romanımı yazana kadar da Türkçe tek kelime yazmadım.

Ama sonra yine Türkçe yazmaya devam ettiniz.
Evet öyle, ama ne yazık ki bazıları bu beyanımı yanlış anladı oysa ben Türkçe yazmayacağım diye bir beyanda bulunmadım, Kürtçe bir eser yazmayana kadar Türkçe yazmayacağım dedim, “TehmaXweliyê” den sonra da zaten bildiğin gibi “Sadakat” romanım Türkçe yayımlandı. Sonra yine Kürtçe yazdım, halen hem Türkçe hem Kürtçe yazmaya devam ediyorum

İnkâra ve asimilasyona karşı Kürt gençlerin romandaki ifadesiyle “talebelerin” ilçedeki örgütlenmesine ilişkin de kesitler var...
Romandaki olayların yaşandığı dönem işte o zamanlar Urfa’da Bucak aşiretiyle, Batman’da Ramanlılarla çatışma içine giren ve halk arasında “Talebeler” olarak anılan silahlı örgütün ayak seslerinin Kurtalan’dan duyulmaya başladığı döneme denk geliyor, bizler çocuktuk tabi o zamanlar ama ben o dönem çocukluk gözlemelerimden yararlanarak “Talebeler”i, sosyal erki elinde bulunduran feodal gruplardan ya da kastlardan diyelim herhangi birine ait hissetmeyen ve de ait olmayan sınıfın yani “Kurmanç” sınıfının bir hareketi olarak görüyorum zaten romanda da bu yollu iç gözlemlere yer veriliyor.
 

 

 

 

 

ÖNCEKİ HABER

Facebook’tan 100 bin dolarlık 'ayrıştırıcı' reklam ifşası

SONRAKİ HABER

Çocuklar,  çiçek değil savaş uçağı çiziyor!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...