16 Temmuz 2017 01:24

Siyasetin grevle terbiyesi

İhsan Çaralan, kapitalizmin bir mücadele biçimi olarak grevlere karşı durmasını ve işçi sınıfının grev tarihindeki rolününe ilişkin yazdı.

Paylaş

İhsan ÇARALAN

Burjuvazi kapitalizmin tarihi boyunca, bir mücadele biçimi olarak, grevlere hep düşmanca bakmıştır. Çünkü burjuvazi grevi sömürüye, kapitalizme karşı mücadelesinde işçilerin en yaygın ve önemli silahı oluğunu çok erken dönemde fark etmiştir. Bu yüzden de greve çıkan işçileri hoş görmemiş, en masum isteklerle ortaya çıkan grevleri bile işçilerin kurşunlanmasına varan vahşi yöntemlerle bastırmıştır. 18. ve 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın başları Batı ülkeleri için bile kanlı grev bastırmalarının örnekleriyle doludur.

Ta ki, işçilerin mücadelesinin iktidarı hedef alan bir sınıf mücadelesine dönüşüp burjuvaziyi tehdit eden bir aşamaya gelmesine kadar. Ancak o zaman burjuvazi grevi işçilerin “meşru hakkı” olarak tanımak zorunda kalmıştır. Yasal bir hak olmasından sonra da burjuvazi, en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile, grevleri baskı altına alan, sınırlayan, eğer fırsatını bulmuşsa yasaklayan bir tutum almaya devam etmiştir.
Grev hakkı ancak Ekim Devrimi’nin sonrasında oluşan, sosyalizmle kapitalizm arasındaki büyük mücadelede burjuvazinin geri adımlar atarak işçi sınıfının başlıca taleplerin önemli bir bölümünü yasalara geçirmekten başka geçer yol bulamadığı koşullarda, burjuva demokrasilerinin bir “norm”u haline gelebilmiştir.

Burjuvazi ve onun hükümetleri, parlamentoları elbette sınıfın haklarına karşı düşmanca davranacaktır. Bu yanıyla burjuvazinin, onun ideologlarının, siyasetçilerinin greve, grev hakkının kullanılmasına dostça bakmaları beklenemez. Ama grevlerin burjuva siyasetine etkisi, ülke siyasetinde işçi sınıfının sınıf olarak yer almasında da elbette önemli yeri olmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında grevin işçi yığınlarındaki dönüştürücü etkisi gözlenebilir. Sömürünün kasnağında makineye ait bir parça olmadığını, meşru bir sınıfa ait insan olduğunu fark eden işçi, mücadelenin de etkin gücü haline gelir.

İşçi sınıfı kedisini dönüştürüp sınıf olarak birleşme yolunda ilerlerken aynı zamanda, burjuvazinin egemen olduğu ekonomik politikalarını, siyasi gündemini de değişik boyutlarda etkiler, değiştirir. Dolayısıyla işçi sınıfı ülke siyasetini de siyasete müdahalesinin etkisine paralel olarak değiştirir.

Türkiye’de işçilerin grev mücadeleleri ve siyasete müdahalesi gelişmiş ülkelere göre çok geç bir dönemde olmuştur. Yasal olarak işçilerin grev hakkı iyice kuşa çevrilip sınırlandırılmış, sadece TİS’teki “uyuşmazlık”tan doğan bir hak olarak ve ancak 1961 Anayasası’yla kabul edilebilmiştir. Grev yasası ise 1963 yılında çıkarılmıştır; ama yasa çıkmadan Kavel işçileri greve çıkmışlardır bile!

Kavel grevi, grev yasası çıkarılmadan işçilerin başvurduğu son grevdir. Ama Türkiye’nin işçilerinin grevin yasak olduğu yıllarda pek çok kez greve çıktığı bilinmektedir. Ne var ki, daha Türkiye’de bir grev yaşanmadan, 1845’te Sultan Abdülmecid’in fermanı ile çıkarılan Polis Nizamnamesi’nde grev suç kabul edilmiştir. Fermanla yasaklanmış olmasına karşın 1872’de, Beyoğlu Telgrafhane işçileri ücretlerini az buldukları için greve gitmişlerdir. Gazhane, Şirket-i Hayriye, iskele işçileri de bu greve destek vermişlerdir. 1874’te de tütün-TEKEL işçileri greve gitmiştir.

İttihat ve Terakki Hükümeti’nin işçi cemiyetlerini kapatması üzerine 1908’in Ağustos ve Eylül aylarında İstanbul ve Bursa’da işçiler iş bırakarak işyerini işgal eder. İşgali kanlı bir biçimde bastıran İttihat ve Terakki Hükümeti grevleri yasaklayan bir yasa çıkarır. Kurtuluş Savaşı yıllarında tekel ve tersane işçilerinin İstanbul’un işgaline karşı giriştikleri grevler de, antiemperyalist karakteri ve sınıf mücadelesindeki yeri açısından, önemi belirtilmesi gereken grevlerdir.

Bu grevler kuşkusuz ortaya çıktıkları dönemde işçileri etkilemiş, nedenleri ve sonuçları üstüne tartışmalara yol açmıştır. Ama, grevlerin siyaseti etkileyen bir rol oynadıklarını söylemek zordur. Bu yüzden de toplumsal yaşamı etkileyen sınıf eylemleri olarak rol oynaması için 1960’lara gelmek gerekmiştir. Ama, gerek grev yasası öncesinde gerekse sonrasında Türkiye işçi sınıfının grevleri, sermaye iktidarlarının grev yasaklarına karşı mücadelesiyle birleşen bir mücadele olmuştur.

İŞÇİ SINIFI TARİH SAHNESİNE GREVLERLE ÇIKTI

Daha “grev yasası” çıkmadan yapılan 1963’teki Kavel grevi ile 1966’daki cam işçilerinin, bugün de grev denildiğinde ilk aklımıza gelen ve 84. gününde hükümet tarafından yasaklanan grevi ile başlayan yıllar, Türkiye’nin işçileri için “grev fırtınası” yıllarıdır. 1967’de DİSK’in kurulmasıyla, “sarı sendika Türk-İş”ten mücadeleci bir sendika merkezi olarak görülen DİSK’e geçme eylemleri üstünden grevlerin çok büyük çoğunluğu, fabrika işgalleriyle de birleşen yasadışı grevlerdir. Bu yıllarda mücadelenin temposu öylesine yüksektir ki, DİSK’le sözleşmeye oturan patronlar, toplu sözleşmeleri greve çıkılmadan bitirmek için her tavizi vermek zorunda kalırlar. Bu dönem 15-16 Haziran 1970’e kadar sürer. 15-16 Haziran ise doğrudan hükümeti ve parlamentoyu hedef alan iki günlük bir “genel grev”dir aynı zamanda.

1969’daki Çorum’un Kargı ilçesine bağlı Alpagut’taki kömür madeni işçilerinin grevi uzayınca işçiler işletmeyi çalıştırarak ücretlerini almışlar, o günlerde işçilerin bu eylemi ‘sosyalist bir işletme’ olarak heyecanla karşılanmış, böyle propaganda edilmiş ve Haşmet Zeybek tarafından Alpagut Olayı adıyla oyunlaştırılmıştır.

Dönemin işçi mücadelesinin zirvesi olan 15-16 Haziran eylemi parlamento tarafından çıkarılan sendikalar yasasının geri çekilmesini isteyen bir eylem olarak elbette kısmi talepler üstünden de olsa doğrudan bir siyasi eylemdir. Dolayısıyla 15-16 Haziran grevi (elbette 60’larda yükselen işçi sınıfının mücadelesiyle dolaysız bir bağlantı içinde) sadece işçi sınıfını değil, ülkedeki sınıflar mücadelesini de etkilemiş, sonraki yıllarda siyasetin şekillenmesinde de önemli etkisi olmuştur.

Dönemin diğer grevlerinde de ilk bakışta işçiler, tamamen kendi talepleri üstünden mücadeleye girmişlerdir. Tek başlarına olsaydı öyle de kalacaktı. Ama, hemen bütün işçi eylemleri içsel bir bağlantı içinde bir sınıf tutumu, “sınıfın sınıfa karşı mücadelesi” olacak bir yoğunlukla geliştikleri için ülkenin siyasi gündemini de etkileyecek bir mevzi tutmuş, işçi sınıfının bir ağırlık oluşturmasının yolunu açmışlardır. Dahası, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren işçi sınıfı 12 Mart darbesi yaşanmamış gibi 60’ların deneyimiyle yeniden grevlerle gösterilerle sahneye çıktığında, MESS grevleri, “DGM Direnişi”, “TARİŞ Direnişi” gibi doğrudan siyasi amaçlı eylemler ötesinde ekonomik temelli grevlerle sermayenin ekonomik politikalarını akamete uğratarak, ülke siyasetini etkileyen bir konum kazanmıştır. İşçilerin bir sınıf olarak kendi talepleri sermaye partilerinin yedekleyemediği bir mücadele hattına girmeleri, CHP’yi işçi talepleri konusunda kendini yenilemeye zorlarken, AKP ve MHP’yi ise işçi düşmanlığında herkesin göreceği bir çizgiye itmiştir. Dahası sermaye ve en gerici güçler, işçilerin kazanımlarını yok ederek, sömürüsünün önündeki işçi barikatını kaldırmak üzere “24 Ocak kararları” olarak bilinen programın arkasında birleşerek, büyüyen işçi sınıfı mücadelesini bastırmak üzere 12 Eylül darbesinin arkasında birleşmiştir.

İŞÇİLERİN DÜŞÜRDÜĞÜ HÜKÜMET

12 Eylül darbesinden sonraki altı yıl boyunca işçiler; cuntanın kurduğu baskı düzeni altında grev yapamaz. Ama 18 Kasım 1986’daki NETAŞ grevi, 93 gün süren ve tüm ilerci güçleri de etrafında seferber eden bir grev olarak adeta işçi sınıfının hafızasını tazeleyen bir rol oynar; gelmekte olan 1989 Bahar Eylemleri’nin habercisi olur.

1990’lı yıllar, Türkiye işçi sınıfı tarihinde gerek greve katılan işçi sayısı gerekse grevde geçen gün sayısı itibarıyla en yoğun grevlerin yaşandığı yıllardır. 1990-91 yıllarında yüz binlerce işçi yasal ve yasadışı grevlere katılır. 3 Ocak 1991’deki genel grevi bu yoğun grevlerin zirvesi olurken, 1. Körfez Savaşı bahanesiyle hükümet grevleri yasakladığında buna kulak asmayıp greve çıkan kamu ve özel sektördeki işçi sayısı 200 bine yaklaşmıştır.

İçinde Zonguldak maden işçilerinin büyük Ankara yürüyüşünün de yer aldığı grevlerin temelinde sendikaların patronlarla sürdürdüğü TİS görümlerindeki uyuşmazlık vardır. Ama grevler yayılıp yüz binlerce işçiyi kapsayınca grevler kendiliğinden hükümete karşı grevlere dönüşerek, siyaseti de etkileyen bir karakter kazanmıştır. Çünkü greve çıkan işçilerin yatıştırılması için ANAP Hükümeti önemli ölçüde geri adım atmak zorunda kalır; işçiler ekonomik politikalarındaki tüm hesapları alt üst eden kazanımlar elde etmiştir. Sonuç olarak seçimlerde ANAP Hükümeti Meclisteki çoğunluğunu kaybederek düşer. Bu, Türkiye’nin siyasi tarihinde işçilerin düşürdüğü ilk hükümettir, dersek bir abartmış olmayız.
ANAP’lı Yılmaz; Türk-İş’in 1993’teki genel kurulunda bu durumu; Türk-İş delegelerinin önünde; “İktidardan bizi siz düşürdünüz. Sizin bizi yeniden iktidara getirmenizi istiyorum,” diyerek, işçilere yeni vaatlerde bulunmuştur.

GREV YASAKLARININ PANZEHİRİ

2000’li yıllar özelleştirmeye karşı mücadele ile işçilerin hak mücadelesinin devam ettiği yıllardır. Ama AKP iktidarıyla birlikte bu dönem, başlıca iş kolları ve işyerlerindeki grevlerin hükümet tarafından yasaklandığı yıllar olarak işçi sınıfının mücadele tarihine geçmiştir. 15 yıllık iktidarı boyunca AKP Hükümetleri, 5’i OHAL döneminde olmak üzere, 13 grevi yasakladı. Ancak 2015’teki metal işçilerinin direnişiyle panzehir bulundu. Bu panzehir işçilerin talepleri etrafında birleşerek yasağa rağmen greve devam etmesidir. Bunu ilk uygulayan önce Birleşik Metal üyesi metal işçileri sonra da cam işçileri oldu. İşçiler yasağı tanımayıp direnişe devam edince patronlar, grev yasağı öncesindeki dayatmalarından geri adım atarak, işçi isteklerine daha yakın bir çizgide TİS’leri imzalamak zorunda kaldılar. Ki, bundan sonra da grev yasakları karşısında işçilerin bu yolu kullanıp genişletmesi sürpriz olmadı.

2000’li yılların en önemli işçi eylemi kuşkusuz ki, 2015’in 15 Mayıs’ında başlayıp aynı yılın Haziran ayı ortasına kadar süren on binlerce metal işçisinin katıldığı, yasadışı grevler olarak ortaya çıkan ve işletmelerin işgali ile süren eylemleridir.

Bu grevlerin ve direnişin siyasete etkisini, 7 Haziran 2015 seçimi ve 2017’nin 16 Nisan’ında yapılan referandumda gördüğümüzü söylemek yanlış olmaz. Çünkü, gerek 7 Haziran seçimi gerekse referandumda görüldü ki, işçiler üstündeki AKP ve MHP kültü aşınmaktadır. Ki, bunda AKP’nin ve MHP’nin tersine öğütlerine karşın metal işçilerinin onları dinlemeden, eyleme geçerek iş yerlerini işgale varan bir direnişe girmelerinin etkisi olmaması beklenmez.

Yani büyük metal direnişinin siyasete etkisi hemen ve “üst düzeyde” görülmese de AKP ve MHP’de bir çözülüşün itici etkeni olmasıyla, siyasete etkisinin daha derinlemesine bir etkisinin oluğun söylemek, bundan sonraki her direnişin ve grevin bu etkiyi daha da yayıp derinleştirmesini beklemek yanlış olmaz.

***

Bu yazı boyunca işçi sınıfının bir eylem biçimi olan grevlerin siyasal alana etkilerinden söz etmeye çalıştık. Özellikle 60’lı yıllardan itibaren işçi sınıfını sermayenin egemenlik alanı olan siyaset alanını, çoğu zaman da bilinçli bir biçimde olmasa da grevlerle terbiye etmeye çalıştığını gördük. Ama burada siyasete etkiden söz ederken, işçi sınıfının grevler yoluyla ülkeyi yöneten iktidarın iç ve dış politikasına kendi partisinin çizgisinden bir müdahaleden, yani sınıfın kendi partisinin çizgisinde bir siyasi mücadelesinden söz etmedik. Çünkü Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesi zaman zaman kendi talepleri üstünden siyasi bir karakter kazansa da; sınıfın siyasete müdahalesi diyeceğimiz, ülkenin iç ve dış politikasına müdahale eden bir eylem çizgisinde hareket etmediği bir gerçektir. Bu, bu yazının çerçevesi içinde söz ettiğimiz gibi işçi sınıfı mücadelesini ileri, kendi partisinin mücadele hattında bir çizgiye girdiği ölçüde olabilecek bir şeydir.

‘İŞÇİNİN DİLİ’ OLARAK GREV

Grev denildiğinde akla ilk gelen işçidir. İşçi denildiğinde de onun eyleminin en yaygın ve etkin biçimi olan grev akla gelir. Grev işçi sınıfı dışındaki insanların da belki konuşamadıkları ama işçiler konuştuğunda anladıklar bir dildir. Bu anlamda grev işçinin sermaye ve hükümetleriyle iletişim kurdukları kolektif dilidir dersek yanılış bir şey söylememiş oluruz.

İşçiler bildiğimiz dilleriyle konuştuğunda patronlar ve hükümetler onu duymak istemezler; grev dilini konuşmaya başladığında ise durum değişir. Onun içindir ki, işçiler masa başındaki görüşmelerde ya da basın yoluyla yapılan açıklamalarda taleplerini umursamayan patronlar ve hükümetler için; “Onlar laftan anlamaz, onlarla anladıkları dilden konuşmalıyız,” derler. Ki burada, “patronların anladıkları dil”den kasıt “grev”dir!

Patronlar ve hükümetleri elbette grev yapamazlar, yani olara grev dilini bilmezler ama işçiler o dilde konuştuğunda işçinin ne demek istediğini anlarlar!

Bir bakıma grev, işçinin anadilidir. Çalışan her işçi az çok mücadele içine girdiğinde kendiliğinden, çocuğun anadilini öğrendiği gibi, özel bir eğitim girmeden öğrenir. Ama işçinin dili tek değildir. Örneğin ekonomik-sendikal talepler üstünden yapılan grevler vardır ve grev denince de genellikle bu işçinin kendiliğinden öğrendiği dili gelir akla. Ama siyasi grevden söz ettiğimizde bunu işçi kendiliğinden öğrenemez. Tersine işçinin bu “yüksek dili” öğrenmesi gerekir. Tıpkı, normal olarak annesinin dilini kediliğinden öğrenen çocuğun; sayılarla konuşma anlamına gelen matematiği daha önce insanlığın matematik birikimini edinmiş olan bir öğretmenden öğrenmesi gerektiği gibi, siyaseti işçinin işçi sınıfının mücadelesin tarihsel birikimini edinmiş olan bir “öğretmenden” öğrenmesi gerekir. Ki, bu konuda öğretmen sınıfın partisidir.

İşçi sınıfının mücadelesin üç alanından birisi (diğerleri ekonomik-sendikal mücadele ve ideolojik mücadeledir) olan siyasi mücadele; sınıfın ülkenin yönetimine müdahale etmesi, sermayenin iktidarı yerine kendi iktidarını kurma mücadelesidir. Yani işçilerin ülkenin sermaye sınıfını güçleri tarafından yönetilmesine müdahale eder. İç ve dış politikada, ya da ekonomik politikalarda sermaye hükümetlerinin uygulamalarına karşı kendi istedikleri bir dünyayı amaçlayan talepler öne sürerek sermaye güçlerini politikalarını boşa çıkamaya çalışırlar. Bu tutum elbette, sermaye iktidarını sınıfın iktidarına kurmayı amaçlayan sınıf partisinin programı doğrultusunda bir mücadelede adım attıkları ölçüde sınıfın siyasi mücadelesinden ya da bu mücadelenin bir aracı olarak siyasi grevlerden söz edebiliriz. Bu yüzden de işçi eylemlerinin şu ya da bu ölçüde siyaset etkisiyle işçi sınıfının kendi iktidarı doğrultusunda bir siyasi mücadele hattında olması aynı şey değildir.

Yazı, Yeni e dergisinin temmuz sayısındaki ‘Grev’ dosyasından alınmıştır.

ÖNCEKİ HABER

Ölümden öte köy var!

SONRAKİ HABER

Haydi tatile gidelim, yanınıza almanız gereken şeyler

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...