08 Temmuz 2017 23:17

Değiştiren, etkileyen, geliştiren bir okul: Grev

Fırat Turgut, aylık, kültür sanat ve edebiyat dergisi Yeni E'nin, Temmuz sayısındaki ‘Grev’ dosyasında grev konularını irdelemesine ilişkin yazdı.

Paylaş

Fırat TURGUT

Grev literatürde, “İsteklerini işverene kabul ettirmek için işçilerin, işlerini hep birden bırakması” şeklinde tanımlanıyor. İşçinin çoğu zaman, hakkı olan ücreti almak ya da çalışma koşullarının düzeltilmesi gibi sorunların çözümü için başvurduğu grev, hayattaki karşılığını bulduğunda ise işçinin elindeki “en etkili silah”a dönüşüyor. Herhangi bir durumda bırakma/durdurma ifadeleri akıllara statik bir tabloyu getirse de bu kelimeler “iş”le birleşince, aslında kişi, grup, toplum ya da devlet en dinamik durumlardan birine şahit oluyor. Bu en dinamik durumların ilkini, Milattan Önce 1150’lerde Mısır’ın Luksor kentindeki işçilerin, 3. Ramses’e karşı gerçekleştirdiği söyleniyor. Sonuncusunun ise nerede gerçekleştiğini bilmek imkansız. Milyarlarca insanın hayatını devam ettirdiği koca dünyada belki dün, belki bugün, belki bu saatlerde... 

Peki neden grev işçi sınıfının en etkili silahıdır? Neden grev sadece ‘grev’ değildir? Neden grev yeri bayram yeridir? İşçinin sınıfsal kimliğe bürünmesiyle yaşadığı değişim ve değiştirme gücü, siyasetin greve müdahalesi ve grevlerin siyasete etkisi... 

Aylık, kültür sanat ve edebiyat dergisi Yeni E, temmuz sayısındaki ‘Grev’ dosyasında bu konuları irdeliyor. 

Germinal filmindeki sahnelerden bir kare

NORMAL SÜREÇLERDEN KAT BE KAT HIZLI

İskender Bayhan, dosyadaki “Değişmenin ve değiştirmenin okulu grev” başlıklı yazısında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın işçiler ve grevler için sarf ettiği sözlerden hatırlatmalar yaparak, “Neredeyse her konuda sureti haktan görünmeye çalışan bir siyasetçi-devlet adamı işçiler ve grevleri söz konusu olunca niye bunu yapmıyor da açıktan diklenmeyi tercih ediyor?” sorusunu soruyor ve şu yanıtı veriyor: “Erdoğan’ın hükümetleri kapitalistlerin hizmetinde, burjuva hükümetlerdir. Kendisi de bir kapitalist-bir burjuvadır. Ve kapitalistler, burjuvazi ve hükümetleri en çok grevlerden, işçilerin birleşik mücadelesinden korkar.”

Bayhan, bu korkunun, grevin hem tek tek işçiler hem de işçi sınıfı için bir mücadele okulu olmasından kaynaklandığını belirtiyor: “...Grev işçilerin tek tek ve sınıf olarak değişmesi, çevrelerini ve dünyayı değiştirmeyi öğrenmeleri ve bunu şu ya da bu ölçüde gerçeğe dönüştürmeleri açısından en keskin, en güçlü mücadele aracıdır. Bunun içindir ki her grev aynı zamanda bir mücadele okulu olarak işlev görür... Doğrudan bir grevin içinde bulunan, hatta grevle dolaylı da olsa bir şekilde bağ kuran her işçinin kendi günlük hayatına, ailesiyle ve arkadaş çevresiyle kurduğu toplumsal ilişkilere, fabrikasına, sermayedara ve yaşadığı toplumsal sisteme bakışında uğradığı değişim gözle görülürdür. Bu öyle bir değişimdir ki normal süreçlerden katbekat hızlı yaşanır...”

SİYASET GREVLE TERBİYE EDİLİR Mİ?

İhsan Çaralan ise “Siyasetin grevle terbiyesi” başlıklı yazısında grevlerin, burjuvazinin ekonomik politikalarına ve siyasete etkisini irdeliyor. Türkiye’de işçilerin grev mücadeleleri ve siyasete müdahalesinin gelişmiş ülkelere göre çok geç bir dönemde olduğuna işaret eden Çaralan, Türkiye’de henüz bir grev yaşanmadan, 1845’te Sultan Abdülmecid’in fermanı ile çıkarılan Polis Nizamnamesi’nde grevin suç kabul edildiği bilgisini veriyor. “Yasal olarak işçilerin grev hakkı iyice kuşa çevrilip sınırlandırılmış, sadece TİS’teki ‘uyuşmazlık’tan doğan bir hak olarak ve ancak 1961 Anayasası’yla kabul edilebilmiştir” diyen Çaralan, bu tarihten önce de pek çok grev ve işgal eylemi yaşandığını, ancak grevlerin “toplumsal yaşamı etkileyen sınıf eylemleri olarak rol oynaması için 1960’lara gelmek gerektiğini” belirtiyor. 


Daha grev yasası çıkmadan 1963 yılında gerçekleşen Kavel grevini, 1966’daki Paşabahçe cam grevini kapsayan bu süreci “Türkiye işçileri için grev fırtınası yılları” olarak tanımlayan Çaralan, işçi hareketinin 15-16 Haziran 1970’teki büyük işçi direnişinden itibaren de ülke siyasetini etkileyen bir konum kazandığına dikkat çekiyor. Çaralan’a göre 15-16 Haziran, “doğrudan hükümeti ve parlamentoyu hedef alan iki günlük bir genel grev” ve “sendikalar yasasının geri çekilmesini isteyen bir eylem olarak kısmi talepler üstünden de olsa doğrudan bir siyasi eylemdir.” Bu yönleriyle sonraki yılları etkilemiş; işçi sınıfı, 12 Mart darbesine rağmen MESS grevleri, DGM ve TARİŞ direnişleri gibi eylemlerle sermayenin politikalarını akamete uğratmıştır. 

1980 darbesinin ardından NETAŞ greviyle “hafızasını tazeleyen” işçi sınıfı, 89 Bahar Eylemlerini, 1990-91 dönemindeki yaygın ve kitlesel grevleri, Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşünü, 3 Ocak genel grevini gerçekleştirdi... ANAP Hükümeti’nin iktidardan düşmesiyle sonuçlanan bu süreci özelleştirme karşıtı mücadelelerin izlediğini hatırlatan Çaralan, bu bakımdan, 2000’li yılların en önemli eylemi olarak 2015’in Mayıs ayında başlayan ve on binlerce metal işçisinin katıldığı yasadışı grevleri gösteriyor. “İşçilerin bir sınıf olarak kendi talepleri sermaye partilerinin yedekleyemediği bir mücadele hattına girmeleri, CHP’yi işçi talepleri konusunda kendini yenilemeye zorlarken, AKP ve MHP’yi ise işçi düşmanlığında herkesin göreceği bir çizgiye itmiştir” diyen İhsan Çaralan, bundan sonraki her direniş ve grevin, metal direnişinin siyasete etkisini yayıp derinleştireceğini vurguluyor. 

DİRENİŞTEKİ MEMET’LE KAHVEDEKİ MEMET AYNI KİŞİ DEĞİL

Yeni E’nin grev dosyası kapsamında Devrim Acaroğlu’nun Evrensel gazetesi İşçi Sendika Editörü Muzaffer Özkurt’la yaptığı röportaj, harekete geçen işçinin bilincindeki değişime odaklanıyor. Röportajın temel sorusu; “Peki işçiler, grev bitince neden fabrika ayarlarına dönüyor?” İşçi hareketinin son 20 yılında yaşanan irili ufaklı pek çok direnişi ve sonrasındaki gelişmeleri bizzat izleyen Özkurt, itiraz ediyor: “Fabrika ayarlarına döndüğünü söylemek doğdu olmaz. Hareket olmadığı için fabrika ayarlarına dönüldüğü düşünülüyor. Çünkü değişenin, değiştiğini gösteren bir eylem yok ortada o an itibariyle. Fakat işçi tekrar direnişe geçtiğinde, önceki direnişten öğrendiğini, birikiminin üzerine katarak ilerlediğini görürsünüz.”

Özkurt’un 2002’deki Beykoz Şişecam’dan 2015’teki metal direnişine kadar takip ettiği irili ufaklı direnişlerden aktardığı gözlem ve değerlendirmelerinden bazıları şöyle: 

  • Tek bir işçiden en bilge davranışları beklersen okuduğun kitaplardan kalkarak, yanılgıya açık bir inanışın olur. Direnişin parçası haline gelmiş bir işçi Memet’le, kahvede oyun oynarkenki bir başına işçi Memet aynı kişi değildir aslında.
  • Kadın işçilerin önde olduğu direnişler daha güçlü oluyor. Çünkü kadın işçi, sadece patrona ve yoksulluğa değil, yeri geliyor eşinin, anne ve babasının baskısına da direniyor...Bu kadın işçilerin evlerinde eşlerine, babalarına karşı da daha dik durmaya, evdeki geleneksel iş bölümünü değiştirmeye başladığını görüyoruz. 
  • İşçi “Bizim amacımız grev değil” derken çok samimidir. Grev kaçınılmaz bir şey olarak giriyor hayatına, romantik bir istek olarak değil. Dolayısıyla hayal kırıklıklarını unutmaz. 
  • Metal fırtınanın son zamanlarında olmuştu... Burjuva basında ve Anadolu Ajansı’nda direnişin kırıldığı yönünde gerçek dışı haberler çıkmaya başlamıştı. TOFAŞ’ta daha önce bize sert davranan bir işçi temsilcisi, tek tek basına nereden geldiğini sordu. “Olay Tv çık, Anadolu Ajansı çık, CNN çık; Hayat Televizyonu, Evrensel gazetesi siz kalın” demeye başladı. Geldiğimiz nokta buydu...  
  • Direniş öncesi, milliyetçi bir işçi, Kürt işçiye çok ağır hakaret ediyor. Kürt işçi tazminatının yanması pahasına direnişe katılınca her şey değişiyor. Ona daha önce hakaret eden işçi, herkesin gözü önünde özür diledi, elini öptü.

HER YER SEKA HER YER DİRENİŞ

Türkiye işçi sınıfının önemli mücadele deneyimlerinden biri de İzmit’teki kağıt fabrikası SEKA’da çalışan işçilerin özelleştirmeye karşı direnişleridir. Arzu Erkan, dosyada ‘Bir fabrika iki direniş’ başlığıyla yer alan yazısında, 1994 ve 2005 yıllarında yaşanan SEKA direnişlerini anlatıyor. 

Selüloz-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu SEKA fabrikası, kamu kurumlarının zarar ettiği propagandası eşliğinde, 1994’te özelleştirme kapsamına alınır. 98’de üretimin durdurulduğu SEKA’da çalışan 1200 işçi, fabrikaya kapanarak üretimi yeniden başlatır. 33 günlük direniş sonrası hükümet geri adım atar ve kapatma kararı geri çekilir.

2004 yılında SEKA’nın özelleştirilmesi yeniden gündeme geldiğinde ise iktidarda AKP vardır. 2004 yılının sonunda ilk fişeği yakan işçiler, 2005 yılına isimlerini yazdırdı. O günlere tanıklık eden Arzu Erkan izlenimlerini paylaşıyor: “Kent merkezinde yapılan yürüyüşlerde göze çarpan şey, işçiler arasındaki görev dağılımı idi. Slogan attıran da belliydi, yol boyunca konuşma yapan da, kortejleri düzenleyen de. Bu disiplin ve iş bölümünü direniş sonuna kadar sürdürdü işçiler... Bildirisini kendi yazan işçiler, afişini de kendileri çıkarıyordu...”
2005 yılında internet kullanımının şimdiki gibi yaygın olmadığını hatırlatan Erkan, “Sosyal medyanın bir direnişin yaygınlaşması, tüm ülke ve dünyaya duyurulmasında nasıl etkin kullanılabileceğini gösteren bir işçi grubudur SEKA işçisi. Bir web sitesi açan işçiler kısa videolarla, hazırladıkları afişlerle kendi direnişlerini duyurdu” diyor.

İşçiler 50 gün boyunca fabrikadan çıkmazken, aileleri de fabrika dışındaki mücadeleyi sürdürdü. 51. güne gelindiğinde hükümet, fabrikanın işletme hakkı ve işçileri ile birlikte Büyükşehir Belediyesine devredileceği ifade etti. Direniş bitirildi, ancak belediye imzaladığı protokole sadık kalmadı. 

SEKA işçilerinin direnişten çok şey öğrendiğini ve aynı zamanda öğrettiğini belirten Erkan, yazısını şöyle bitiriyor: “‘Her yer SEKA, her yer direniş’ sloganı farklı sendikalar ve işkollarından işçilerin sınıfa dönük saldırılar karşısında birleşmesinin en somut ifadesi olmuştur. Kendi medyasını yaratan, mizahı kullanan SEKA işçilerinin ortaya çıkardığı deneyimin 2015 yılında esen fırtınada metal işçilerine ilham kaynağı olmadığını söyleyebilir miyiz?”

GREV VE SANAT 

Elbette dosyada, şiirden öyküye, resimden romana, sinemaya grevin edebiyat ve sanattaki yeri de ele alınıyor. 
Derginin kapağında Ressam Solmaz Aksoy’un ‘Öz’ adını verdiği resmi yer alıyor. “Birlik olmuş insanın özü. Bir sınıfın arı duru özü işte: Grev” diyor Yeni E. 

Dosya ressam Robert Koehler’in ‘Grev’ tablosuyla açılıyor. Neredeyse 1 Mayıs’la yaşıt olan tablo, şu anda Berlin’deki Alman Tarih Müzesi’nde sergileniyor. 

Robert Koehler’in ‘Grev’ tablosu

ŞİİRİN TANIKLIĞI

Şair Yazar Sennur Sezer’in, 25 Ağustos 2000 tarihinde gazetemizde yayımlanan ‘Şiirin tanıklığında grev’ başlıklı yazısı dosyaya alınmış. Sezer, “Edebiyatımızın işçiden, emekten, özgürlükten söz etmesi hiç de ender olaylardan değildir. Siz bakmayın edebiyatı tekdüzeliğe indirmeye çalışıp, şiiri avarelik, öyküyü iç dökme, romanı seks oyunları anlatıcı olarak dondurmaya çalışanlara” diyor. Yaşar Nezihe, Nazım Hikmet, Oktay Rifat, Hasan Hüseyin, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Güngör Gençay ve Kemal Özer’in şiirlerinden örnekler veren Sezer, “Edebiyat hep bir tanık olmakla yetinmez toplumsal olaylarda. Kimi zaman da şairlerin seçtiği sınıfların yanında yer alır” diyerek soruyor: “Bugünlerin edebiyatına bakacak gelecek kuşaklar, yazarlarımızı nasıl nitelendirecek dersiniz?”

ÖYKÜLERDE GREV

Sibel Öz de, ‘Fabrikanın kapısından bir çıktık mı...” başlıklı yazısında “ana akım” edebiyatın bireysel sorunları ele alma eğilimi göstermesini, toplumsal sorunlara vurgu yapan metinlerin yok sayılmasını eleştiriyor. Öz’ün yazısında dikkat çektiği öykücüler şöyle: 

  • Fahri Erdinç’in, “Yallah” adlı öyküsünde Ereğli Demir Çelik fabrikasının yapımında kazık ve temel işlerini üzerine alan Morison adlı şirketin, kentin yerlilerine ve iş umuduyla dışardan göç edenlere uyguladığı sömürü ve zulüm konu edilir.
  • Muzaffer Hacıhasanoğlu, ödüllü kitabına adını veren “Eller” adlı öyküsünde işçi sınıfını ‘eller’ ile sembolize eder. Elleri, çalışanların her şeyidir.
  • Orhan Duru, “Ağır İşçiler” adlı öyküsüyle 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması’nda başarı ödülü kazanır. 
  • Metin İlkin sadece edebiyatla değil sosyalizmin teori ve pratik sorunları üzerine de kafa yormuş bir aydındır. 
  • Adnan Özyalçıner’in kendisi de bir işçi çocuğudur. Öykülerinde sınıfsal çelişkiler ve toplumsal sorunlar merkezde durur, ancak o, aynı zamanda bir İstanbulludur.
  • Bekir Yıldız, işçi olarak gittiği Almanya’da dört yıl fabrikalarda çalışır, bu deneyimini ve gördüğü acımasız çalışma şartlarını da Alman Ekmeği, İnsan Posası, Demir Bebek gibi kitaplarında yazıya döker.
  • Sait Faik’in insanlığı onu sınıfın değilse de, her daim küçük insanların öykücüsü kılar.
  • Orhan Kemal’in eserlerinde Çukurova’nın yoksul toprak ve fabrika işçileri sıklıkla yer bulur. ‘Grev’ adlı öyküsü en güzel örneklerden biridir.

‘KONDU’DAN ‘SANAYİ’YE

Belma Fırat Latife Tekin’in “Berci Kristin Çöp Masalları” isimli romanını yazdı: “Fabrikaların, doğal yaşam, insan sağlığı ve çalışma şartları üzerindeki yıkıcı etkisi, yoksulların anlam dünyası içinden kurulan bir dille aktarılır.”

BİR MÜCADELE FİLMİ: YOLDAŞLAR

Ekinsu Devrim Danış ise Mario Monicelli’nin (1963) yönettiği I Compagni (Yoldaşlar) filmini tanıttı. 19. yüzyıl sonlarında bir tekstil fabrikasındaki işçilerin çalışma saatlerinin düşürülmesi ve koşullarının iyileştirilmesi için verdikleri mücadeleyi anlatan film bir İtalyan komedisi. 

ÖNCEKİ HABER

Adalet yürüyüşü ve yatay sınıf savaşları

SONRAKİ HABER

Kemal Kılıçdaroğlu’ya mektup: Bir hayalim var!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...