21 Mayıs 2017 01:01

Veda koşusu

Yoktu artık o dinçlik çağlarından eser. Yollar gözünde büyüyor, ayakları geri geri gidiyordu. Yine de koşuyordu aynı yolda.

Paylaş

Alper KAYA

Her gün, defalarca koşmuştu o yolda. 

Gençliğinde güzel geliyordu. Rüzgar yanaklarını, saçlarını yalayıp giderken; hele bir de şu ilerideki virajı dönüp de tepeye varınca gördüğü manzara gerçekten çok güzel hissettiriyordu kendisini. Yıllarca, bu temiz havanın ve deniz kokusunun onu gençleştirdiğine inandırmıştı kendini. Belki öyleydi, ama artık değildi.

Uzun süredir ne genç hissediyordu, ne de sağlıklı. Yoktu artık o dinçlik çağlarından eser. Yollar gözünde büyüyor, ayakları geri geri gidiyordu. Yine de koşuyordu aynı yolda. Ezbere adımlar, birbirini tamamlar. O hesap.

Toprak da yaşlanmıştı artık. Eskisi kadar diri değildi. Eskiden, ayak bastığı toprak havaya yumuşak zerreler saçar; yağmur da yağmışsa kokusundan dokusuna dek eşsiz bir güzellik bahşederdi. Nicedir, değil yağmur sel bile basıp geçse; çorak kalıyordu. Bir kekremsilik vardı. Otlar eskisi kadar yeşil, deniz de eskisi kadar mavi değildi. Ay bile, üşenerek yükseliyordu sanki geceleri.

Yaşlanmıştı.

Dünya artık o kadar hızlı dönmüyordu. Güneş bir gün doğmayacakmış gibi aheste aheste batmıyordu. Tenden ten, etten et çekilir gibiydi her şey. Ne yemeklerin tadı tuzu vardı, ne aldığı havanın.

Ada havası üstelik, az buz da şey değil! İnsanların para verip de sahip olamadığı bir lüks içinde, doğanın bir parçasıymış gibi yaşamaya o kadar alışkındı ki… Bu alışkanlık onu çürütmüştü. İçinde, her şey ölmüş gibiydi.

Bir zamanlar o yürürken, koşarken, koşar adımlarla yolları kat ederken etrafında pervane olan o meşhur köpekler, kediler, bazen tavuklar ve horozlar; artık kılını bile kıpırdatmıyor gibiydi. Bazen bir-iki köpek havlaması çok uzaklardan duyulurdu da; köpeklerden eser olmazdı.

Çalıların arasından bir hayat fırlayacak gibi gelmişti yıllardır. Doğa, “Al bu yaşam pınarını!” diye kendisine yeni bir şans sunacak kadar doğurgandı ya… Sunmamıştı. Bencildi aynı zamanda. Yıllarını, nefeslerini çalmıştı; hırsızdı. Üstelik pek bir hoşgörüsüzdü. Bir kez takılmayagör, yere kapaklanırdın. Hem maddi hem mecazi.

Uzaklarda bir vapur, öterek yanaşıyordu limana. Deniz dalgalandı, durulmadı. Birkaç dakikaya dinerdi bu hareketlilik. Vapurdan inenlerin bir kısmı koşar adım, bir kısmı ise en az aheste aheste mehtaba yükselen ay kadar yavaş adımlarla Ada’ya dağılmaya başlayacaktı. Birkaç saat içinde tüm hareketlilik sona erecek, günübirlik gelenler günün son vapuruyla tekrar İstanbul’a dönecekti. 

Ada, tekrar sükunete kavuşacaktı. Rüzgar eskisi kadar yalamasa da yüzünü; bir tatlı sedâ bırakıp geçerdi belki de. Otlar sanki heyecanla alkış tutuyormuş gibi kıpırdanır, kim bilir belki ağaçların dalları bile saygıyla eğilirdi.

Belki tekrar mutlu hissederdi ilk gençlik çağlarındaki gibi. Kanı farklı kaynar, gözleri etrafı kolaçan etmeyi sürdürürdü. Şimdilerde bir boşluğa takılıp gidiyor gibiydi gözleri. Ayaklar otomatik olarak ilerliyordu yolda. Yol da yol olsa; yılların yorgunu adeta toprak.

Basıp geçile geçile yerinden kımıldamaya yüksünen bir yılan gibi sadece kıvrılmış, olduğu yerde durmayı sürdürüyordu.

Ada’da her şey aynıydı. Hep de aynı kalacağa benziyordu.

Yorgun adımlarla, virajı aldığında yüzünü bir rüzgar yalamıştı. Nasıl da heyecanlanıverdi! O heyecanla, koca Büyükada’yı bir tur daha koşabilirdi… Koşamadı.

Virajı alıp, tepeye çıkmıştı ki gözlerinin takıldığı uçsuz bucaksız mavilik son gördüğü şey oldu. Yıllardır fayton koşturulan ‘Merihşah’ isimli eski yarış atı; birkaç kez topallayıp tökezledikten sonra olduğu yere yığılıverdi.

Sahibi, bir küfür savurdu.

Yeni bir at, dünyanın parası ederdi… Elini dizine vurduktan sonra, bir sigara yakıp etrafa baktı. Nefret ediyordu buralardan. Yeterli parayı toplar toplamaz, köyüne dönecekti. Ne mavinin bir önemi vardı, ne de yeşilin ve toprağın.

Onları önemseyenlerin de bir önemi yoktu gözünde. Varsa yoksa köyü, hiç gerçekleşmeyecekmiş gibi görünen hayalleri. Homurdanarak geldiği yolu gerisingeri dönmeye başlamıştı. 

“Faytonu bari çalmasalar…” diye içinden geçirirken, yıllardır dört at eskittiğini hesapladı. İki büyükbaş ederdi. Elini bir kez daha dizine vurdu. Memlekette tarlalar dururken, sen tut Adalar’a gel!

Oysa köyde, sabana sürülecek öküz çoktu.

Hem, onlar bu kadar çabuk çatlamazdı da…

ÖNCEKİ HABER

Ankara'da çatışma: 1 ölü, 1 yaralı

SONRAKİ HABER

Fikir ve sanat eserlerini korumak gözetlemenin bahanesi mi?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...