01 Mayıs 2017 00:59

Meşruiyet krizi siyasal alanla sınırlı değil

Doç. Dr. Yücel Demirer: İktidarın kendisini başarıyla tahkim ettiği alanın dışına taşırılabilen bir siyaset yapma diline çok ihtiyaç var.

Paylaş

Serpil İLGÜN

YSK’nin “tam kanunsuzluk oluşmadığı” gerekçesiyle iptal taleplerini reddettiği referandum sonuçlarını, gündemin sıcak başlıklarıyla birlikte değerlendirmeyi sürdürüyoruz. Bu hafta konuğumuz Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’ndeki görevine KHK ihraçlarıyla son verilen öğretim üyelerinden Doç. Dr. Yücel Demirer. 

Başkanlığa geçişi sağlayacak uyum yasalarını çıkarma hazırlıklarının hızlandığı şu günlerde, 2 Mayıs’ta partisine geri dönecek olan Erdoğan’ın yeni iktidar stratejisi ve bıçak sırtında alınan referandumun da hesabının görüleceği parti içindeki düzenlemeler, geçtiğimiz haftanın üzerinde en çok kalem oynatılan iki başlığı oldu. AKPM’nin Türkiye’yi 13 yıl sonra yeniden siyasi denetim sürecine alma kararı, Rojava ve Şengal’e dönük TSK operasyonu, insanca çalışma ve örgütlenme hakkından demokrasiye, çığ gibi büyüyen sorunlara karşı bugün alanlara çıkılan 1 Mayıs ve “AKP/Erdoğan oy kaybını geri kazanmak için demokrasiye sarılır mı, politikalarda yumuşamaya gider mi” beklentilerine en sarih/dolaysız yanıtı oluşturan son KHK’ler...

Saydığımız başlıklar, Kocaeli Dayanışma Akademisi kurucularından Demirer’le sohbetimizin konuları arasında yer aldı. 

16 Nisan sonuçlarını nasıl değerlendirdiğinizle başlayalım…

Referandumun iki kritik sonucu olduğunu düşünüyorum. Öncelikle net bir galibi olmadı. İkincisi Türkiye siyasetinin iktidarı destekleyenler ve diğerleri olarak ayrıştığını bir kez daha gözledik. Şaibeleriyle siyasal tarihe geçecek olan bu sonuçlar, bilinmeyenleri daha da artırdı. Derin bir kutuplaşmanın damgasını vurduğu sonuçlara baktığımızda, sosyoekonomik gelişmişlik düzeyi, eğitim seviyesi, dindarlık ve yaşam tarzı bakımından farklılıklar gibi faktörlerin oy verme davranışında etkili olduğu görüldü. Buna ek olarak muhafazakar yüzde 50-55’lik kesim, yüzde 25’ler civarında dolaşan laik-sol blok ve eksi artı yüzde 10-15 arasında seyreden ve son seçimlerde sürekli olarak gözlenen genel tablo bir kez daha kendisini gösterdi. 

‘Kazananı olmayan bir referandum’ tespitinizi açar mısınız? 

Evet-hayır netliğinde soru içeren bir referandum sonuçlarının, siyasal yelpazenin tümünden net bir kazanma-kaybetme hissini esirgediğini düşünüyorum. Bunu hem iktidar katında, hem de muhalefet katında görmek mümkün. Ancak evet çizgisinin umduğu oranı bulamayıp, sarsıldığını da işaret etmek gerekir. Aslında her iki cephede de sonuçların net olmama halinin sarsıcı etkileri gözlendi. Bunu muhalefetteki söylem farkında da gördük. Biliyorsunuz bir genel başkan yardımcısının “sine-i millete dönme” ifadesi hızla düzeltildi. Bahsettiğim belirsizlik halinde, bu ülkede siyasal eğilimi artık malum tek kişinin belirliyor olması da etkili. Bu belirsizlikte, özellikle son yıllarda tek merkezden yönetilen ülke siyasetinin istikrarsızlığı da önemli. 

‘Erdoğan nasıl bir yol izleyecek’ projeksiyonlarına geçmeden, referandum bahsini şu soruyla tamamlayalım: Anayasa değişikliğinin daha yapılış sürecinde başlayan, referandumun OHAL şartlarında yapılmasıyla devam eden meşruiyet tartışması, YSK’nin mühürsüz oy pusulalarını geçerli sayması kararıyla arttı. YSK kararı bir kenara koyulsa bile, toplumun yarısının başkanlığa hayır demesini ne yapacağız? 

İfade ettiğiniz meşruiyet krizini sadece siyaset üzerinden okumamayı öneriyorum. Çünkü meşruiyet krizinin arka planında, sosyal alana da çoktan yansımış olan bir tahammülsüzlük ve ayrışma hali var. Bunun yanında, alışık olduğumuz meşruiyet kaynaklarının, siyasal rıza üreten mekanizmaların işlevinin Türkiye’de çoktandır sınırlandığını görüyoruz. 

Bunu hangi olgulara bakarak söylüyorsunuz?

Örneğin birbirinden farklı kalem sahiplerince, kanaat önderlerince referandumdan “hayır çıksa da pek az değişir” şeklinde ifade edilen bir algı söz konusuydu. Bu duruma demokratik ortamlarda değil totaliter rejimlerde ve mutlak monarşilerde rastlanır aslında. Bu eğilim bize siyasal alanda öne çıkan ama sosyal alanda da kökü derinlere giden bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Meşruiyet krizleri aktörler üzerinden düşünülür, okunur. Bugün Türkiye’deki sosyal, siyasal yapının bu türden bir krize müdahale etme kapasitesi olan aktörleri yok. Niyet olsa bile buna uygun yeterli ve saygın bir aktör grubu da ortada görünmüyor. 

Siyasal alandaki bu meşruiyet krizi, dünyanın her yerinde geçerli olabilir ama özellikle Türkiye gibi ekonomisi kırılgan, toplumsal yapısı ciddi farklılıklar gösteren ortamlarda, diğer alanlara da sıçrayarak meşruiyet krizleri doğurmaya adaydır. Türkiye gibi kapitalizmin tarihsel olarak devlete ve onun bürokrasisine tabi olarak işlediği ülkelerde, siyasal alandaki meşruiyet krizinin iktisadi ve toplumsal alana da yansıyacağı, hatta yansımış olduğunu söylemek mümkün. 

ORTADA YUMUŞAMA DEĞİL, OTORİTERLEŞME VE FAŞİZAN YÜKSELİŞ VAR

Malumunuz, ‘Erdoğan bölünmüş, kutuplaşmış; içeride ve dışarıda sıkışmış siyasal, toplumsal krizi nasıl aşacak?’ sorusuna AKP’li yazarlardan, Erdoğan’ın partisini ve toplumu yeniden yapılandırmayı hedefleyen bir yol haritası izleyeceği yönünde yanıtlar geldi. Sizce bu yeniden yapılandırmanın temel karakteri ne olacak?

Bu konuda geçtiğimiz hafta gerçekleşen iki olgusal durum, bu soruyu yanıtlamak için bize deliller sunuyor. Bunlardan birincisi, Başbakan ve çevresinin parti kongresinin toplanmasının çok da acil olmadığı şeklindeki ifadelerine rağmen, Cumhurbaşkanlığına yakın kesimlerin parti kongresinin 21 Mayıs’ta toplanacağını açıklaması. Buna ek olarak Cumhurbaşkanı’nın 2 Mayıs’ta partisine üye olacağı bilgisi basında yer aldı. Referandumun hemen ertesinde Cumhurbaşkanı, YÖK Başkanını makamında kabul etti ve hayli uzun bir görüşme yaptı. Arkasından yine Cumhurbaşkanı ve çevresi HSYK’daki değişiklikleri konuşmaya başladı. 

Sadece birkaç gün içinde yaşanan bu gelişmelerden bile Cumhurbaşkanı’nın referandum sonuçlarını net bir galibiyet olarak yorumladığı izlenimi verecek, iktidar ve otoritesini pekiştirecek hızlı adımlar attığını görüyoruz. Ben ortada bir yumuşama, toplumun diğer kesimlerine seslenme gibi bir irade olduğunu düşünmüyorum. Şunu da not etmek isterim ki; Türkiye siyasetini artık Cumhurbaşkanı’nın isminin geçmediği cümlelerle tanımlamak, anlamlandırmak çok zorlaştı. Eldeki veriler, otoriterleşme ve faşizan yükselişin devam edeceğini gösteriyor.  

Söylem ve politikalarda bir değişim/yumuşama beklemediğinizi belirttiniz ama Erdoğan’ın aynı zamanda pragmatist bir lider olduğunu anımsarsak, ‘kendisinin ve partisinin bekası’ için bazı meselelerde ‘makas değiştirme’ yoluna gitmesi yine görülebilir mi?

Mantıklı bir şey söylüyorsunuz. Hatta altını çizdiğiniz noktayı destekleyen birtakım gelişmeler de görüyorum. Referandum sonuçlarına bir bütün olarak baktığımızda demografik değişime paralel bir siyasal tercih değişikliği gördük. Şundan bahsediyorum; Türkiye’nin sosyal yapısında yıllardır, kırdan kente yönelik bir iç göçten bahsederiz. Bunun devam etmesinin yanında artık kent içinde, yani kırdan gelerek önce kentin kenarlarına tutunan kitlelerin, kentin merkezine doğru hareket ettiğini görüyoruz. Çok konuşulan İstanbul Üsküdar ilçesi örneğinde olduğu gibi, hiç umulmadık yerlerdeki hayır oylarının yükselişini sadece siyasal alandaki ortak duruşlar, mutabakatlar, yan yanalıklarla açıklanmanın dışında, Türkiye’nin değişen toplumsal demografik yapısındaki değişmelerle bir arada düşünmek gerekiyor. Bu bağlamda Erdoğan’ı pragmatik siyaset yapmaya, Türkiye’nin demografik değişimi de zorluyor. Ama bunların ne kadarı gerçekleşir, bilemiyorum. 

HAMASETE DAYALI SİYASET SONBAHARINI YAŞIYOR

Büyük kentlerdeki evet oylarının gerilemesinin nedenleri arasında ‘muhafazakar orta sınıfların iktidardan uzaklaşması’ da gösteriliyor. Katılır mısınız? Ek olarak, ‘rıza üretme mekanizmalarının artık işlemediğini’ söylediniz. Milliyetçi, dinci söylemler de buna dahil mi? 

Öncelikle, elimizde birtakım gelişmiş ülkelerde olduğu gibi iyi tutulmuş istatistikler, özgürce yapılmış araştırma sonuçları olmadığını söylemeliyiz. Diğer yandan sabit veri olarak aldığımız seçim sonuçlarının zaten şaibeli olduğunu baştan konuşmuştuk. Bu iki durum hatırda tutularak şunları söyleyebilirim. Türkiye’de siyasal karar verme sürecinde sosyal aidiyetlerin çok önemli olduğunu az önce söylemiştim. Bunun yanında siyasal davranış belirlemede tüketim alışkanlıkları ve yaşam biçiminin de belirleyici öneme sahip olduğunu düşünüyorum. 

Birbirinden farklı addettiğimiz toplumsal kesimlerin ortaklaştığı konular, alanlar var aslında. Yılladır buna dikkat çekmeye çalışırım. Giyim-kuşam, teknolojiden gündelik hayatta yararlanma düzeyi ve benzeri gelişmelerde olduğu gibi, modern hayatın etkisi tüm kesimleri etkiliyor. Türkiye’de artık kentli değerler üzerinden yönetilen yaşam biçimlerinin sürece rengini verdiğini düşünüyorum. Bu bağlamda hamasete dayalı siyasetin Türkiye’de sonbaharını yaşadığı düşünüyorum. Dolayısıyla, sorunuza net bir yanıt vermem gerekirse, referandum sonuçları muhafazakar kesimde yapısal bir dönüşümün arifesinde olduğumuzu bana düşündürttü. 

BAŞKANLIKTA ÜÇÜNCÜ PARTİYE YER YOK

Referandum sonrası siyasetin nasıl şekilleneceği gündemin bir diğer tartışma başlığı. Evet’in bıçak sırtıyla çıkması AKP içindeki yarılma, bölünme senaryolarını zayıflattıysa da, Abdullah Gül ismi, bu kez Saadet Partisi’nin başına geçme haberleriyle yeniden gündemde. Konuyla ilgili iki görüş var; Birine göre, Gül Erdoğan’ı karşısına alacak cesarette bir siyasetçi değil. İkincisine göre de cesur olup olmamaktan bağımsız, Gül davaya sadık bir isim. Gözleminiz ne?

Falcılık yapmak istemem ama ben böyle bir olasılığa ihtimal vermem. Çünkü Gül’ün siyaset yapma biçimi böyle bir tahminde bulunmamak için yeterli. Siyasal gücünün de Erdoğan tarafından sistemli bir biçimde tüketildiğini düşünüyorum. Aslında başka bir şeyin altını çizmek isterim. Her ne kadar başkanlık mı, cumhurbaşkanlığı mı ne olduğu belli olmayan, derme çatma bir sistemden bahsediyor olsak da, referandum sonucunun evet olarak tescillenmesi Türkiye’de artık ancak iki partinin belirleyici olabileceği bir döneme girdiğimizi gösteriyor. Onun için bütün bu siyasal aktörler ve partiler üzerinden yapılan tahminleri bir kenara koyup, sistemin artık büyük partileri öne çıkarması, büyük partiler çevresinde bloklaşmayı zorunlu kılacağı üzerinden siyasal tahmin yapmak gerekiyor. Bu günlerde bu durumu dikkate alan herhangi bir yorumla karşılaşmadım. Örneğin Kılıçdaroğlu’nun sokağa çıkmama konusundaki tercihinin bile bu yeni durum ışığında değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum, çünkü matematik böyle söylüyor.

TÜRKİYE’DE SİYASAL AKTÖR TİPOLOJİSİ DEĞİŞİYOR, BUNU DİKKATE ALMAYAN SİYASAL AKIL VARLIK GÖSTEREMEZ

Başkanlığa hayır diyen yüzde 49’un 2019 seçimleri için nasıl korunacağı, nasıl örgütleneceği, hatta partileşip partileşemeyeceği üzerine çeşitli projeksiyonlar yapılıyor. Bekir Ağırdır’ın ‘bulut muhalefet’ kavramını kullandığı yüzde 49’u siz nasıl görüyorsunuz? Barındırdığı avantajlar ya da dezavantajlar neler? 

Hayır seçeneği daha önce yan yana olmayan grupları bir araya getirdi. Referandum ve demokrasi eksenli yan yanalıklar, birliktelikler oluştu, bu son derece önemli. 

Ama bunlar bir referandum döneminin sosyal, siyasal muhalefeti ve sadece iki seçeneği olan bir seçme halinin genelliği içinde mümkün olan şeylerdi. Hayır tercihi yapanlar arasında kalıcı birliktelikler üretecek kurumsallaşmalar için gereken yapılmadığı zaman bunların çok uzun, kalıcı etkileri olacağını düşünmüyorum. 

Kurumsallaşmayla ne kastediyorsunuz?

Şunu; öncelikle ben Türkiye’de Gezi sürecini hep solun mercekleriyle, solun meseleleri üzerinden okuduğumuzu düşünüyorum. Bence bizim mahalle Gezi sürecinin iktidar kanadında yarattığı etkileri atladı. Bugün, daha önce görmeye alışık olduğumuz türden siyaset yapma biçimlerine son derece hazırlanmış bir iktidar duruşundan bahsediyoruz. Bilineni tekrar için söylemiyorum ama iktidarın kendisini başarıyla tahkim ettiği alanın dışına taşırılabilen bir siyaset yapma diline sahiden çok ihtiyaç var. İhtiyacımız olan yeni harmanlanmalar, yeni modeller, yeni yan yana duruşlar, yeni aidiyetler -bunu partili mücadeleyi önemsizleştirmek anlamında söylemiyorum- ama partili mücadelenin kucaklayamadığı ve belki de kucaklayamayacağı durum ve kesimleri daha dikkatle düşünmek gerekiyor. Siyasette yeni aktörlerin kimler olabileceği, bu yeni aktör grubunun nasıl etkili olabileceği üzerine kafa yormamız gerekiyor. Bahsettiğim bağlam Türkiye’de daha çok yeni eylemler, yeni biçimler şeklinde daha biçimsel noktalar üzerinden konuşulup düşünülüyor. Oysa Türkiye’de siyasal aktör tipolojisinin çok önemli değişiklikler geçirdiğini düşünüyorum. Bugün 1960’ların coşkusundan, 1970’lerin enerjisinden, 1980’lerin fedakarlığından daha farklı bir tablo ile karşı karşıyayız ve bunu dikkate almayan bir siyasal akıl, uygulayamadığı programlar yazmaya mahkum kalır. Sol siyasal kan kaybının da bu fark edememeye dayandığını düşünüyorum. Türkiye’de sol siyaset Türkiye’nin ne kadar modernleştiğinin, geliştiğinin, eğitim seviyesinin, teknoloji kullanımının ne kadar arttığının farkında ama bu bilgiyi siyasal projelere yansıtamıyor. Bu yeni durumun, potansiyel siyasal enerji barındıran kategorilerine henüz uzak. 

KIRIMLARA RAĞMEN AKADEMİK ÜRETİMİ SÜRDÜRMEYE DEVAM

OHAL kapsamında çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerle ihraç edilen binlerce akademisyene önceki gün 484 akademisyen daha eklendi. İlk KHK’lerle akademiden ihraç edilmiş bir öğretim üyesi olarak, ihraçların sürüyor olmasını nasıl değerlendirirsiniz? 

İktidar bize “bu daha başlangıç, faşizan yükselişe devam” diyor. Tarihte örneği bulunmayan bir akademik kırımı teşhir etmek, bundan kimin, nasıl yararlandığını göstermek çok önemli. 12 Eylül’ün 1402 Sayılı Yasası ile kıyaslanamayacak derinlikte bir akademik kırım ortamında, alternatif kurumlar oluşturmaya, her şeye rağmen akademik üretimi sürdürmeye devam etmek gerekiyor. Bir yandan saldırı altındaki özgürlüklerimize sahip çıkarken, diğer yandan şişe içine konulup denize bırakılmış mesajlar yazmaya devam, çünkü tarih akıp gitmeye devam ediyor.

SURİYE EKSENİNDE AZALAN ETKİ VE PRESTİJ BOMBALAMALARLA GERİ KAZANILAMAZ

Erdoğan’ın gücünü koruyabilmek, dolayısıyla toplumda konsensüsü arttırmak ve milliyetçi dinci söylemi sürdürebilmek için yeni hamlelere ihtiyaç olduğu sizin de katıldığınız bir tespit. Bu bağlamda, referandum öncesinde de işaretleri verilen Rojava ve Şengal operasyonlarını nasıl değerlendirirsiniz?

Rojava ve Şengal’e yönelik bombalama tercihi, -bu bölgeye yönelik siyasetin bütün aşamalarında daha önce görüldüğü ve bundan sonra da görüleceği gibi-iki boyutlu olduğunu düşündüğüm bir karar. Bir yandan Ortadoğu ve dünya düzlemindeki uluslararası sahneye yönelik bir mesaj gönderilirken, diğer yandan da Suriye ve Irak’ta nicedir yükseltilen hamasi söylem devam ettiriliyor. Temel tezini Suriye’de “terörist Kürt varlığı”na dayandıran söylemin etkisi sığ bir hamaset ile artırılmak isteniyor. Siz haber bültenlerinizde teröristlere yönelik bombalama yaptığınızı söyleyebilirsiniz ama bölgede etkin aktörlerin çoğu oraya istikrar götüren bir yapıya saldırıldığını görüyor. ABD başkanı Trump’ın henüz Ortadoğu politikasını netleştirmemesinin yarattığı boşluktan faydalanmaya yönelik hamlelerin başarılı olmadığını da görüyoruz. Ortadoğu’da özellikle Suriye ekseninde azalan etki ve prestijini bu türden ataklarla kapatmayı düşünen bir duruşu var iktidarın. Ama bunun sonuç getireceğini düşünmüyorum. 

Bunun diğer ucunda sizin de bahsettiğiniz AKPM’nin Türkiye’yi yeniden siyasi denetime alma kararı var. Bazı yorumculara göre, bu karar zaten gerekirse AB meselesini referanduma sunacağını söyleyen Erdoğan’ın içerde anti demokratik uygulamaları sürdürme konusunda elini rahatlatacak. Katılır mısınız?

Problemi nasıl tanımladığınıza ve hangi tarihsel çerçeve için düşündüğünüze bağlı olarak yanıtlar çeşitlenebilir. İktisatçı değilim, ama Türkiye’nin AB ile olan ticaretinden vazgeçerek sadece Ortadoğu ve örneğin sadece Katar üzerinden bu kadar büyük bir ekonomiyi sürdürülebileceğini düşünmüyorum. İşlerin yolunda gitmediği bir ortamda bile Türkiye ekonomisi hala ilk 20 içinde dünya düzeninde. Bu bağlamda “AB’den ayrılırız” efelenmesinin iktisadi alandaki karşılığı ağır olabilir. Referandum sonrası yaşanan prestij kaybı ve girilen tahkim sürecinde bu hamasi söylem bir süre daha gündemi meşgul edecek olsa da, çok uzamayacağını düşünüyorum. Zikzaklarla dolu bir siyasi çizgiden bahsettiğimizi hatırda tutalım.  

İktisadi “vazgeçememe” hali AB içinden de dillendiriliyor ama siyasal sonuçları için ne söylersiniz? Erdoğan, kararı içeride “daha çekincesiz” hareket etme yönünde değerlendirir mi?

Erdoğan’ın siyaset yapma biçimi böyle bir projeksiyon yapmamıza imkan tanıyor ama bahsettiğiniz bu avantajın çok önemli dezavantajları, başka alanlarda çok büyük bedelleri olacaktır. Üstelik sadece dünya düzleminde ya da sermaye çevrelerinde değil, bugün CHP’ye HDP’ye oy veren seçmen kitlesinin dışında, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy veren seçmen kitlesinden de bir bölümünün batıya ve AB’ye bu uzaklık derecesinden hoşnut olacağını düşünmüyorum.

İDAMIN GERİ GETİRİLMESİ, SİYASAL VE SOSYAL AYIRIMLARI KOYULAŞTIRIR

Bir de idam meselesi var. Erdoğan’ın meydanlarda sıklıkla gündeme getirdiği idam cezasının yakın günlerde meclise getirilebileceği ve CHP’nin ikircikli tutumundan da faydalanılarak idamın geçirileceği yönünde yorumlar var. İdam meselesi milliyetçi, popülist söylemlerden biri olarak değerlendirilerek ciddiye alınmıyordu ama ne dersiniz, idam geri getirilir mi?

Keşke hayır diyebilseydim! Son referandum kampanyası Adalet ve Kalkınma Partisi’nin artık daha belli bir seçmen kitlesine doğru yöneldiğini gösterdi; muhafazakar, dindar ve milliyetçi seçmen kitlesine. Özellikle bu grubu bir arada tutacak bir bağ, popülist bir yatırım olarak idamın hemen referandum sonrasında gündeme getirileceği zaten ifade edilmişti. Diğer yandan idamın geri getirilmesinin etkilerinin siyasal alanı aşacağını düşünüyorum.

İdam kararı eksenli bir durumun Türkiye’de siyasal ayrımları daha da netleştirmesi yanında, özellikle kutuplar arasında sosyal ayırımları da koyulaştıracaktır. Ancak cezanın geriye yürümeyeceği yönündeki temel hukuk kuralını da anımsamak gerek.

DAHA ÖNCE HİÇ KUTLANMAMIŞ YERLERDE DE KUTLANAN BİR 1 MAYIS!

Bugün işçi sınıfının birlik ve mücadele günü 1 Mayıs’ı karşılıyoruz. İşçi ve emekçiler örgütlenme hakkından iş cinayetlerine, OHAL’in kaldırılmasından tek adam rejimine hayır’a, pek çok taleple alanlarda olacaklar. Tam da referandum sonrasında karşıladığımız 2017 1 Mayıs’ı için ne söylersiniz?

1 Mayıs’ı çok önemsiyorum. Açıkçası içinden geçtiğimiz şu zorlu dönemde, kitlelerin kaderine sahip çıkmak için sokakları doldurduğu bir gün olmasını çok isterim. Ama son tahlilde siyasi mücadelenin kazanımları bir günün muhasebesine daraltılmayacak kadar önemlidir. 1 Mayıs 2017’nin kitlesel ve canlı bir 1 Mayıs olmasını çok isteriz ama bunun ötesinde yerellerde de kutlanan, daha önce hiç kutlanmayan yerlerde de kutlanan, daha önce hiç 1 Mayıs kutlamamış emekçiler tarafından da kutlanan bir gün olmasıyla da çok ilgiliyim. Büyük fotoğrafa bakmak lazım.

ÖNCEKİ HABER

Afrikalı işçiler her renkten kapitalizme karşı örgütleniyor!

SONRAKİ HABER

Benim sarıkanatım yeter ki yaşasın!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...