12 Şubat 2017 01:16

Onurlu gömülmek ve Saul’un oğlu

'Onurlu gömülmek, yas tutabilmek kıymetli bir şeydi ve binlerce yıldır insanın meselesi olmuştu.'

Paylaş

Asya ÇETİN

Ölülerin gömülmesine ait en uzak hatıram babaannemi kaybettiğim yıla ait. Beş yaşındaydım, dedem yaşıyordu ve hayat arkadaşını, damadının aile mezarlığına defnetmişti gönülsüzce. Mezar yeri bulmak o zaman da bir sorundu demek ki.

Kısa bir süre sonra babama fısır fısır bir şeyler söylerken duydum onu. Elinde bir kağıt parçası mezar yeri diyordu, hepimiz için diyordu, ilk beni gömersiniz diyordu. 6 yıl kadar sonra dedemi kaybettik ve babam gönül rahatlığıyla önceden satın alınmış olan mezara defnetti dedemi. Etrafı küçük taşlarla işaretlenmiş toprak parçasında epeyce boş yer vardı. Çok geçmeden mermerden bir mezar taşı ve yine mermerden bir mezar çerçevesi yaptırıldı. Dini inançlarına göre gömülme merasiminin ne kadar önemli olduğunu o zaman fark ettim. Ama sadece dinle ilgili bir mesele değildi sanki. Güzel bir yere gömülmenin, geride kalanlar için hatıra misali güzel bir mezara sahip olmanın anlamı bunun ötesindeydi galiba.

Yıllar sonra büyüdüm ve Antigone'yi okudum.

“(…) Kreon, ağabeylerimizden birini törenle defnederken, aşağılamak için diğerinin gömülmesini yasakladı. Dediklerine göre, adil davranarak Eteokles’e, onu yasaların ve geleneklerin buyurduğu cenaze töreniyle uğurladı. Ama sefil bir ölümle giden Polyneikes’in bedeninin açıkta kalmasını, yasının tutulmamasını emreden bir buyruk yaymış diyorlar tellallarla. Aç akbabalara yem olması için, arkasından ağlanmadan, gömülmeden bırakılacakmış ortalık yerde.”

Devlet otoritesine başkaldıran Antigone, dayısının yasağına karşın, kardeşinin cesedini gizlice gömdü ve bu yüzden Kreon onu cezalandırarak mezara kapattı. Sofokles'in M.Ö. 440’larda yazdığı bu tek perdelik tragedyanın, dünya edebiyatının ilk “direniş” örneği kabul edildiğini çok sonra öğrendim. Bu direnişçinin kadın olmasıyla gurur duymayı ise çok çok sonra.

Onurlu gömülmek, yas tutabilmek kıymetli bir şeydi ve binlerce yıldır insanın meselesi olmuştu.

Yıllar sonra artık büyüyemediğim yaşlarımda ise;

önce 7 Eylül 2015'te 10 yaşındaki Cemile'nin Cizre’de güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu öldürüldüğünü, sokağa çıkma yasağı nedeniyle gömülemediği için o sıcak günlerde evde derin dondurucuda bekletildiğini duydum. Sonra, 19 Aralık 2015 günü Silopi’de zırhlı araçtan açılan ateş sonucu ölen 11 çocuk annesi 57 yaşındaki Taybet'in cenazesinin yedi gün boyunca sokak ortasında bırakılışını izledim. IŞİD’e karşı savaşta hayatını kaybeden Aziz Güler’in cenazesinin günlerce ailesine teslim edilmemesine tanık oldum.

Bütün bunları niye mi hatırladım? 'Saul'un oğlu' filmini izledim çünkü...

Yahudi soykırımına dair bir Nazi barbarlığı filmi daha diyerek oturdum izlemeye ve daha açılış  sahnesinde sarsıldım, başka türlü bir deneyim yaşayacağımı hissettim. Belki de Macar yönetmen Lazslo Nemes, tüm film boyunca Saul'un ensesinde dolaşmamızı sağladığı içindi bu. Kampı ve olayları Saul'un gözünden görmemizi engellemiş; bizzat kendi gözlerimizle görmeye zorlamıştı bizi.     

Konusu da farklıydı: Macar bir Yahudi olan Saul, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru bir toplama kampında Sonderkommando olarak görevliydi. Bir gün, gaz odasında henüz ölmemiş bir erkek çocuğunu görmesiyle bütün rutini altüst oldu. Onu dini usullere uygun gömmek için pek çok riski göze aldı ve bir taraftan da kampta başlatılacak bir isyanın içinde buldu kendini.

“Sonderkommando da neydi?” dedim ben de ilk duyduğumda.

Onlar, mahkumlar arasından seçilen hayatları bir süre daha bağışlanmış ama bunun karşılığında kampa gelenleri yönlendirip gaz odalarına sokanlar, cansız bedenleri yakanlar...

Filmin hikayesiyle ilgili daha başka bir şey söylemeyeceğim. Ama soykırım filmlerinden alışageldiğimiz pek çok unsuru göremeyeceğinizi söyleyebilirim. Bir de yönetmenin göstermediği ama duyurduğu seslerle zihninizde resmetmeye zorladıklarının ortaya çıkardığı “cesarete sahip bir korku filmi"yle baş başa kalacağınızı (eleştirmen Boyd van Hoeij böyle tanımlıyor filmi). Gösterilmeyenin korkunçluğunu iliklerinize kadar hissedeceğinizi de...

Filmin bir başka farkı da karakter derdinin olmaması. Bugüne kadar birçok soykırım filminde ailelerin dramlarını, kavuşma ve kurtulma çabalarını izledik. Nemes, adeta bunların hepsini çöpe atmış. Film boyunca Saul ile yakılmaktan kurtarıp gömmeye çalıştığı çocuk arasındaki ilişki de hep muallakta. Bir kabus kampında bir çocuğu gömme çabasının anlamını herkes farklı okuyabilir. Bir kurtuluş ve arınma umudu da diyebilirsiniz, birşeyleri değiştirme arzusunu kaybetmeme çabası da.

Ben şöyle söyleyebilirim: minimum melodram,  alçakgönüllü bir gerçekçilik ve muazzam bir korku. 

Film bitti...

Dünyanın derdine, hüznüne isyan etmek istedi yüreğim, ama öyle küçük ki ellerim, nasıl gömsün bütün ölüleri... Belki bir el daha lazım, bir el daha, bir el daha.

ÖNCEKİ HABER

Kutlamak ya da kutlamamak!...

SONRAKİ HABER

Nâzım Hikmet şiirinde Lenin ve Moskova

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...