20 Kasım 2016 04:49

Kafesine yakalanmış kuşlara...

Aslı Erdoğan’ın İsveç PEN tarafından verilen ödülü aldığını duyduğumda bundan birkaç ay önceydi. Ödülü almaya gideceğinden neredeyse emindim...

Paylaş

Ayşegül TÖZEREN

Aslı Erdoğan’ın İsveç PEN tarafından verilen Tucholsky Ödülü’nü aldığını duyduğumda bundan birkaç ay önceydi. Aslı’nın ödülü almaya gideceğinden neredeyse emindim, Türkiye’nin sıcak sonbaharı başlamadan önce… Oysa bu haberden sonra kayyımların atandığını, belediye başkanlarının tutuklandığını, son olarak da milletvekillerinin, HDP eş başkanlarının, Cumhuriyet gazetesi yöneticilerinin ve yazarlarının demir parmaklıkların ardına götürülüşüne tanıklık ettik.

Türkiye belki en sıcak sonbaharını yaşıyordu. Aslı Erdoğan’ın ifade özgürlüğünün sembolü Tucholsky Ödülünü almaya gidemeyeceği artık belliydi. Ödül konuşmasını, törenin yapılacağı 15 Kasım Dünya Hapisteki Yazarlar Gününden birkaç gün önce koğuşunda yazacak, yazarken de gardiyanlar koğuşunda arama yapacaktı. Aslı Erdoğan bu şartlarda ödül konuşmasını yazıp, avukatına iletiyor ve biz annesiyle bu şartlarda İsveç’e doğru uçuyorduk. Stockholm Havaalanına indiğimizde pasaportumuzu kontrol eden görevli, neden İsveç’e geldiğimizi sordu. İsveç PEN’in davet mektubunu gösterdik, Tucholsky Ödülünü Aslı Erdoğan için almaya geldiğimizi söyledik. Ekleme ihtiyacı duydum:

“Siz sormadan ben söyleyeyim Aslı Erdoğan’ın neden kendisinin ödülünü almaya gelemediğini… Çünkü hapiste.”

Görevli kafasını salladı, “ilginç bir hikâye” dedi. Keşke sadece bir hikâye olsa diye geçirdim aklımdan ve kalbimden… Türkiye’nin sıcak siyasi ikliminden, beyaz ve sessiz bir geceye doğru yol alıyorduk. Bizi otelde, doğduğu topraklardan Kürtçe yazabilmek için kopan, ancak doğduğu toprakları hiç unutmayan Firat Cewerî karşılayıp, dostların arasına götürdü. Gece beyazdı, sessizdi, ancak güneşin sofrasına oturmuş gibiydik. İsveç PEN Başkanı Ola Larsmo, Uluslararası PEN yöneticisi Eugene Schoulgin umutlu konuşmaya çalışsalar da, Türkiye’deki ifade özgürlüğünün durumundan endişeli oldukları seslerine, sözlerine sızıyordu. Aslı Erdoğan, duvarların arkasından dışarı çıkınca aynı masayı bir kez daha kurma kararı alarak, geceyi sonlandırdık.

İsveç’teki ikinci günümüzde radyo, televizyon kanalları ve basılı yayınların temsilcileri Türkiye’deki tutuklu gazeteci yazarların durumunu öğrenmek için kaldığımız otele yağmur gibi yağıyordu. Yüz kırkın üzerinde gazetecinin, yazarın hapiste olduğunu duyduklarında, gözleri büyüyordu. Son soru hep aynıydı: Umudunuz var mı?

Cevabım benzerdi: Evet var, diyordum.

Evet var, çünkü bazen umuda bile ihtiyacınız olmadığını bilirsiniz. Türkiye’de ifade özgürlüğünün yerleşmesi için biz demokrasiye inananlar kararlıyız, umuda ihtiyacımız yok. Biliyoruz ki, Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay, Turhan Günay’ın kahkahalarının kitap fuarının duvarlarında çınladığı günlerimiz de olacak. 15 Kasım Dünya Hapisteki Yazarlar Gününe bir gün kalmıştı, Stockholm’de güneşi hiç hissedememiştim, sanki hiç tam yüzünü göstermiyor gibiydi. Ödül törenine hazırlıklar da son aşamasındaydı.

15 Kasım Dünya Hapisteki Yazarlar Günü, İsveç için büyük önem taşıyor ve sabahın erken saatlerinde konuşmalar, sempozyumlar başlıyordu. Aynı anda Stockholm, Upsala, Göteborg ve Malmö’de etkinlikler oluyordu. İsveç Enstitüsü’nde sabahın sekiz buçuğunda konuşacaktım, kimsenin dinlemeye gelmeyeceğini düşünüyordum. Kapıdan girdiğimde bir salon dolusu İsveçlinin Eugene Schoulgin’le bizi dinlemeye geldiğini gördüm, şaşırdım. İsveç PEN’den Annika Tor’un sorularıyla başladık. En son siyasi tutuklunun ellilerde olduğu, onların da beş aylık cezalar için hapis yattığı, hapishanelerin kafeteryaya dönüştürüldüğü bir ülkenin yurttaşlarına, ‘Benim ülkemde yüz elliye yakın tutuklu gazeteci yazar var’ derken utanıyordum. Utanması gerekenlerin başkaları olduğunu bile bile… İsveç Enstitüsü’nün ardından Uluslararası Olof Palme Merkezi’ne geçtik. Merkezin yöneticileri ve genel sekreteri bizi karşıladı. Bundan yirmi yıl önce sinema çıkışı suikaste uğrayan ve ölümüyle dünyayı yasa boğan sosyal demokrat siyasetçinin adını ve görüşlerini taşıyan merkeze girmek, ifade özgürlüğü ile ilgili görüş alışverişinde bulunmak onur vericiydi. İfade özgürlüğü adına uluslararası dayanışmanın değerini konuşurken, Olof Palme’nin sözlerini anımsıyordum: “Onlar ve biz” değil, sadece biz olmalı, dayanışma bölünmezdir ve öyle olmalıdır.” Böyleydi galiba diye düşünürken, İsveç Parlamentosunda İsveç Türkiye İnsan Hakları Destek Grubu ile görüşmeye doğru ilerliyorduk. Öğle yemeğinde buluşabilmemiz için bir yemek salonu ayarlanmıştı. Parlamento binasının içi de, dışı da çok görkemliydi. Girişteki tavana nakşedilenler başım sürekli havada yürümeme neden oluyordu. Yemek salonuna girdiğimizde bizi güleryüzlü, genç parlamenterler karşıladı. Sosyal demokrat ve sol partiden olduklarını öğrendik. Parlamentoda Başbakan dâhil herkes yemeğini tepsisi elinde, yemek kuyruğuna girip, self servis olarak alıyordu. Biz de tepsimizle yemek salonuna döndüğümüzde, Türkiye İsveç İnsan Hakları Destek Grubunun başkanı ile tanıştık. Hristiyan Demokrat Parti’den bir kadın parlamenterdi. Sosyal Demokrat Parti iktidarda olduğundan, meclisteki tüm komisyonların başında muhalefet partilerinden milletvekilleri yer alıyormuş. Başbakanın self servis tabldot kuyruğuna girmesi, komisyon başkanlarının iktidar tarafından muhalefetten seçilmesini istemesi… Ruh sağlığım için fazla zorlayıcı bir durum yaratıyordu. Dahası Hristiyan Demokratlar, Sosyal Demokratlar, Sol Partiden vekiller aynı masanın etrafında insan haklarının temel değerleri için biraraya gelebiliyordu. Bu kadarı çok fazlaydı!

Stockholm’u erken yakalamış kar, loş kentin gecesini aydınlatıyordu, ama yürümeyi de zorlaştırıyordu. Tören için ayakkabılarımı yanıma almıştım. Yanımdakilere nerede değiştirebileceğimi sordum. Tuvalete mi gitmek istiyorsun dediler. Hayır, sadece ayakkabılarımı değiştirmek istiyordum. Sonradan öğrendim ki, kraliçe tuvalete gitmek istediğinde, ayakkabılarımı değiştirmek istiyorum diyormuş. Ben kraliçe değildim, kral ve kraliçenin de kimliklerinin verdiği güçle siyaset konuşma yetkisi yoktu. Bense Tucholsky Ödül Töreninde edebiyat yerine ifade özgürlüğü bağlamında edebiyatın siyaset tarafından mühürlenemeyeceğini anlatacaktım.

Tucholsky Ödül Töreni başlamış, Aslı Erdoğan’a adanan müziklerle, onun öykü ve romanlarından parçalarla sürüyordu. Konuşmalar yapılıyordu. Sıra bana gelmişti…

“Size bir hikâye anlatmak istiyorum. Ama ben bir hikâyeci değilim. Anlatacaklarım da maalesef hikâye değil, tamamen gerçek. Ama anlatacaklarım için, karşınızda neden Aslı Erdoğan yerine bu gece benim bulunduğumun kısa hikâyesi diyebiliriz,” diye başladım. Aslı Erdoğan’dan, Necmiye Alpay’dan, her sabah koğuşunda kendine “barışa inan” diyen Gültan Kışanak’tan, sazını bekleyen Selahattin Demirtaş’a, Murat Sabuncu’ya, Turhan Günay’a, ilk KHK ile kapatılan kültür sanat dergisi olan Evrensel Kültür’e doğru uzandım. Son olarak da uluslararası dayanışmayı, Yaşar Kemal’in sözleriyle selamladım: “İnsan umutsuzluktan umut yaratabilendir. Umutsuzluktan bile umut yaratabildiğiniz için bir kez daha teşekkürler!”

Birkaç dakika sonra Tucholsky Ödülü İsveç Kültür ve Demokrasi Bakanı’nın elinden Aslı Erdoğan’ın annesi Mine Aydostlu’ya geçmişti. Teşekkürü kızının sözleriyle ediyordu. Sıra ödülü kazanan Aslı Erdoğan’ın mektubuna gelmişti. Sevgili Aslı, hapiste aldığı ödülü bile başka yazarlarla paylaşıyor, ödülünü adıyordu:

“Ödülümü, gerçek ya da metaforik olarak kafeslerine umutsuzca bir anlam yükleyebilmeyi, çaresizce kaderin absürtlüklerinin ötesindeki güzelliği ve gerçeği bulabilmeyi, sonsuzluğun hikâyesine birkaç sözcük ekleyebilmeyi, kendi kanlarından mürekkep çıkarmayı deneyen yazarlara adıyorum.”

Bu yazı da, kafesine yakalanmış kuşlara adanmıştır… Gerçek ya da metaforik.

ÖNCEKİ HABER

Yüz yıllık Gayan...

SONRAKİ HABER

Tibet Masalları üzerine: Temel Keşoğlu’nu anarak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...