20 Kasım 2016 04:17

İki Erdoğan: ‘Clinton’ ve ‘Trump’

Erdoğan'ın otoriter-muhafazakâr popülizmine çomak sokabilmenin yolu, sosyal bir içeriği olmayan soyut bir demokrasi savunusundan geçmiyor.

Paylaş

Foti BENLİSOY

Kapitalizm ile demokrasi arasındaki evlilik, çok özgün bir konjonktürün eseri olan bir “mantık” ya da “çıkar izdivacı” idi. İki dünya savaşının ardından geçerli olan spesifik bir sınıfsal güç dengesinin tezahürü olan bir sermaye birikim rejiminin yarattığı koşullarda kapitalizm ile demokrasi arasında geçici ve koşullara bağlı bir uzlaşı mümkün oldu. Lenin’in kapitalizm ve demokrasi arasında varolduğunu vurguladığı “mantıksal çelişki” o konjonktür için de olsa, bir süre için telafi edildi.

Ancak saadet pek uzun sürmedi. Bir ara  “tarihin sonu” diye nitelendirilerek ilanihaye süreceği sanılan evlilik çatırdamaya başladı. Yani “piyasalar” ile demokrasi arasındaki boşanma süreci, “liberal olmayan demokrasiler” olarak adlandırılan rejimlerin yaygınlaştığı, aşırı sağ popülizmin “ana akımlaştığı” günümüzün meselesi değil. Tersine, demokrasi ile kapitalizm arasındaki boşanma işlemlerinin oldukça erken tarihlerde başlatıldığını söylemek mümkün. Belki de Margaret Thatcher’ın 1979’da, Ronald Reagan’ınsa 1981’de iktidar oluşuna, yani toplumsal güçler dengesini “sahip olanlar” lehine ve “sahip olmayanlar” aleyhine radikal bir biçimde değiştiren o yıllardaki “devrime”  kadar geri gitmek gerek.

Ronald Reagan 1989 yılında makamını terk ederken yaptığı veda konuşmasında bu “devrim” tabirine dair şu sözleri sarfediyordu: “Buna Reagan devrimi dediler. Evet, bunu kabul edebilirim; ancak bu bana her zaman için büyük bir yeniden keşif olarak, değerlerimiz ve ortak sağduyumuzu yeniden keşfetmemiz olarak görünmüştür.” Reagan’ın “değerlerimiz”, “sağduyumuz” dediği şeyler temsilcisi olduğu sınıfın değerleriydi kuşkusuz. Öyle ya onun “devrimi”, mülk sahibi sınıfların bir “vergi isyanı” olarak başlamış, “yukarıdan aşağıya yürütülen bir sınıf savaşı” olarak devam etmişti. 1981 yılında Birleşik Devletler’deki hava kontrolörleri grevi, sonrasındaysa Birleşik Krallık’taki maden işçilerinin grevi, bu savaşta güçler dengesini sermaye sınıfı adına değiştiren kritik muharebelerdi.

Neoliberalizmin demokrasiyi nasıl tahrip ettiğine dair yıllardır çokça şey yazılıp çizildi. Ama dikkat: Neoliberalizm, sınıflardan bağımsız soyut bir demokrasiye değil, bilhassa “aşağıdakilerin demokrasisini” tahrip etmeye yönelir.Neoliberalizmin bu tahribatı bir yan etki değil, onun tanımlayıcı özelliğidir. Neoliberalizm işçi sınıfının siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel gücünü kırmayı hedefler. Zaten genel olarak “demokrasi” de bir kurumlar ve prosedürler silsilesinden ibaret olmayıp aşağıdakilerin bu gücüyle, yani onların kolektif örgütlenme ve eyleme kapasiteleriyle doğrudan bağlantılıdır, demokrasinin mukadderatı hep bu güce bağlı olmuştur. Howard Zinn’in hatırlattığı üzere, “demokrasi tepeden gelmez, aşağıdan gelir (…) İsyancı asker, öfkeli kadın, ayaklanan yerliler, işçi sınıfı, ajitatörler, savaş karşıtı protestocular, sosyalistler ve anarşistler ve her türden muhalifler –evet sorun çıkaranlar, bugün sahip olduğumuz demokrasi ve özgürlüğü bize verenler bunlar.”

Neoliberalizmin ilk kurbanı, işte olduğu kadar demokrasiyi yaratan bu aşağıdaki enerji oldu. Neoliberalizm ezilenlerin kendi hayatlarını kontrol etmeye dönük enerjilerini, kendi hayatlarına sahip çıkmaya dönük inisiyatiflerini, özgüvenlerini törpüledi. Sınıf hareketini ve toplumsal mücadeleleri zorla bastırdı, parçaladı, atomize etti, itibarsızlaştırdı. Aşağıdakilerin bağımsız örgütlenmelerini işlevsiz kılarakgayrisiyasallaştırdı, emekçi kamusallıklarını ticarileştirerek tahrip etti. Kolektif bir mücadeleye kaynaklık edebilecek insani tüm enerjileri zaafa, akamete uğratmaya soyundu.

Trump’ı, Farage’ı, Le Pen’i, Orban’ı yaratan işte bu “devrim”di. Dolayısıyla örneğin Trump ile liberal Clinton çifti ya da mesela Farage ile Blair arasında bir kopuş değil, süreklilik vardır. “Liberal olmayan demokrasi” tabiri bu sürekliliği gölgelediği için hatalıdır. Liberalizm, köleciliğin ya da emekçilerin açlıkla terbiye edilmesinin savunusunu, mülkiyet ve özel alanların devletin “despotik” müdahalesine karşı korunması adına üstlenebilen bir düşünce sistemiydi. “Kendi başına bırakılsa”, yani mesela köle ve sömürge haklarının ayaklanmalarının ve emekçilerin direniş ve mücadelelerinin basıncı olmasa, doğumundan gelen bu seçkinci niteliğini muhtemelen muhafaza edecekti. Bu anlamda parlamenter demokrasilerin doğuşu, liberalizmin kendi doğrusal evrimiyle değil, bu iki tarihsel dalganın karşı basıncıyla mümkün oldu. Oysa son otuz yılda işçi sınıfının sınıf olarak eyleyebilme kudretindeki muazzam düşüş, sömürge karşıtı ya da antiemperyalist mücadelelerin yozlaşması, demokrasileri içeriksizleştirerek “demokratsız” bıraktı. Bu iki mücadele dalgasının (elbet şimdilik kaydıyla) geri çekilmesi, meydanı sağa, yani liberalizmin seçkinci damarıyla güya ona karşı olan radikal-aşırı sağın muhafazakâr popülizmine bıraktı. Bırakınca da demokrasilerin erozyonu ya da çürümesi kaçınılmaz hale geldi.
Clinton ile Trump arasındaki süreklilik, Erdoğan’ın siyasal kariyerindeki devamlılığa denk düşer. Erdoğan devrinin biri demokratik-reformcu, diğeriyse onun “güç zehirlenmesine” kapılıp bir “sultan” olmaya soyunduğu “otoriter” iki evreye bölündüğü argümanı, ana akım Batı medyasının bir klişesinden öte bir şey değil. Erdoğan’ın iktidar süresinde önce “Clinton” sonra da “Trump” (ya da Orban, Mondi vs.) olmayı becerebilmesi, bu iki devirdeki iktidar blokunun ve dünya durumunun niteliğine bağlıdır ve Erdoğan’ın (“laikçi” amca ve teyzeleri haklı çıkartan) muhayyel bir “gizli ajandası” ile ilgisi yoktur. Bu sürekliliğin sonucu ise her iki evrede de aşağıdakilerin güçsüzleştirilmesi, demokrasiye kaynaklık edebilecek enerjilerinin önce soğurulması, çarpıtılması, sonra da gittikçe artan şekilde zorla tahrip edilmesidir.

Dolayısıyla “Erdoğanizm”, soyut bir demokratikleşme sorunu, bir başka “liberal olmayan demokrasi” örneği değil. Unutmayalım, sınıf hakimiyetinden arındırılmış, daha doğrusu azade kılınmış, soyut ya da saf demokrasi söylemi, Lenin tarafından daima hedef alınır ve “cahilce” ya da “üç kere boş” gibi tabirlerle nitelenir: “Sağduyu ve tarihle alay etmek istemiyorsak, farklı sınıflar mevcut olduğu müddetçe saf bir demokrasiden değil, ancak farklı sınıf demokrasilerinden bahsedebiliriz.” Lenin’e göre, “saf demokrasi, işçileri aptal yerine koymak isteyen bir liberalin uydurma bir tabiridir.”Sınıf hakimiyetiyle demokrasi arasında kurulan bu ilişki, günümüzde sosyalistler tarafından dahi es geçiliyor, maddi ezme-ezilme ilişkilerinden bağımsız bir demokrasi söylemi hâkim olabiliyor.
Oysa Erdoğan’ın halkın kendi kendini örgütleme ve eyleyebilme kudretini çalan, çarpıtan, onu kendi karşıtına dönüştüren otoriter-muhafazakâr popülizmine çomak sokabilmenin yolu, sosyal bir içeriği olmayan soyut bir demokrasi savunusundan geçmiyor.

Demokrasinin sınıfsızlaştırılması, solun radikalleşen sağ tehdit karşısında ve onu engellemek adına “merkeze” sığınması, radikal sağın örgütlemeye soyunup “ötekine” yönelttiği öfke karşısında artık geçmişte kalmış bir“normalden” taraf olması, yenilgi yolunu açmaktır. Demokraside yaşanan erozyonun müsebbibi siyasal değil, toplumsal-sınıfsal güç dengelerinde “alttakiler” aleyhine yaşanan kırılmadır. Bu güç dengelerinde ezilenler lehinde bir değişim yaşanmadan bu otoriter dalgaya takoz konulabilmesi zor olacaktır. Gözler doların yükselişine kilitlenmişken hatırlamakta yarar var…

ÖNCEKİ HABER

Değinmeler

SONRAKİ HABER

Zor zamanların boy aynası

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...