NATO ve Türkiye - NATO ilişkileri

Serpil Güvenç

Unutmamanın bir parçası da, yazılı ve sözlü basın yoluyla Türkiye ve NATO ilişkilerini geçmişten bugüne taşımakta yatıyor çünkü bu suç örgütünün dünya ve ülkemizdeki geçmişi, bugününe ve geleceğine ışık tutuyor. Bugün özellikle bölgemizdeki gelişmeleri değerlendirebilmek için NATO’nun kurulma amacını, onun “iç” örgütlenmesi olarak niteleyebileceğimiz ABD ve CIA’ya ‘Gizli’ ordularının dünyadaki ve ülkemizdeki kuruluş ve eylemlerine, örgütün efendisi ABD’nin siyaset yapıcılarının örgütün bugününe dair görüşlerine bakmak gerekiyor.

NATO’NUN KURULUŞU

ABD, atom bombasını Hiroşima’ya atmadan 7 hafta önce, yani 26 Haziran 1945’de 50 ülkenin temsilcileri San Francisco’da Birleşmiş Milletler (BM) Yasasını imzaladılar. BM Yasası, üye ülkelerin kendilerini muhtemel bir saldırıya karşı tek tek ya da ortaklaşa savunmasını öngörmekteydi. Bununla birlikte, Batılı emperyalistler açısından “Bir çok Avrupa ülkesi, kendilerini, BM Yasasının sağladığından daha somut ve etkili bir koruma yeteneği gerektiren bir tehlike ile karşı karşıya”ydı.  Söz konusu “tehlike”,  SSCB’nin Avrupa’daki etkin askeri varlığıydı. Churchill’in, ABD’nin O Dönemki Başkanı Truman’a daha 1945 yılında yazdığı bir mektubunda şunları söylediğini görüyoruz: “Önümüzdeki bir iki yıl içinde Amerikan ve İngiliz orduları terhis edilip Fransız ordusunun da daha henüz kurulmamış olduğu bir dönemde Ruslar şimdi ellerinde mevcut 200-300 tümenlik kuvvetlerini hizmette tutmak durumuna girerlerse ne olacaktır?”
17 Mart 1948’de imzalanan ve Belçika, Fransa, Luxemburg, Hollanda ile İngiltere’yi  askeri ve ekonomik bir bağlantı içine alan Brüksel Anlaşması NATO’nun başlangıcıydı. Yoğun çabalar sonucunda , ‘Vandenberg kanunu’ adını alacak bir karar suretini ABD kongresi kabul edince Amerika’nın NATO’ya katılmasının önü açıldı ve örgüt 12 üyeyle 4 Nisan 1949’da, Washington’da kuruldu.
NATO’nun resmi kuruluş gerekçesi, “Avrupa’da Sovyet saldırısına karşı korunma” gibi görünmekle birlikte, bu savın gerçek dışılığı ABD düşünce kuruluşları ve üst düzey askeri ve siyasi aktörlerince bile kabul edilmekteydi. ABD ‘çevreleme politikası’ mimarlarından George F. Kennan 1965’de Cenevre Üniversitesi’ndeki bir konuşmasında şunları söylüyordu: “2. Dünya Savaşı sonrasında ABD siyaset düzenleyicileri, komünizmi askeri bir tehlike olarak görmekteydiler. NATO’yu kurarak, kimsenin tasarlamadığı bir saldırıya karşı Avrupa’nın ortasından zorlama bir çizgi çektiler. Savaş sonrasında SSCB başka ülkeleri işgal etmek istemedi, buna gereksinimi de yoktu. NATO talihsiz bir girişimdi çünkü gereksizdi.”
CIA casusluk operasyonları yöneticilerinden Harry Rositzke; “Devlet için çalıştığım yıllar boyunca Batı Avrupa’yı işgal etmenin ya da Birleşik Devletler’e saldırmanın Sovyet çıkarlarına herhangi bir biçimde hizmet edeceği konusunda tek bir duyum bile almadım” ifadesini kullanmaktaydı.

PEKİ, NATO’NUN ASIL KURULMA AMACI NEYDİ?

Amaç, Avrupa’daki Sovyet daha doğrusu sosyalizm rüzgarının önünü almak, komünizm ve emek düşmanlığını askeri zorla desteklemek ve yaymaktı. Bir başka deyişle, ‘tehdit’, Sovyetler Birliği’nin askeri gücünden değil, siyasi gücünden gelmekteydi. İkinci Dünya savaşında 20 milyonun üstünde kayıp vererek faşizmi Avrupa’dan kovan SSCB, savaştan büyük bir prestijle çıkmış, Avrupa’nın bir çok ülkesinde sosyalist ya da komünist yönetimler iktidarlara ağırlıklarını koymuşlardı. Yayılan komünist düşüncenin önünü kesmek ve bunu komünizme karşı kapitalizmin yanı sıra ‘sermayenin özel mülkiyet biçimini’ de koruyan bir örgütlenmeyle gerçekleştirmek gerekiyordu. “Pazarın gizli eli, gizli bir yumruk olmadan” işleyemezdi ve  “Mc Donalds’ların, Mc Donell Douglas’lar olmaksızın” varlıklarını sürdürmeleri olanaksızdı.
Komünizmin gelişmesini ‘saldırı’ olarak niteleyen ve onu ‘Hitler’den daha büyük bir tehlike sayan ABD Başkanı Truman, 12 Mart 1947’de Truman doktrini diye anılacak çıkışını yaparak mücadeleyi başlattı. Sağladığı maddi olanaklarla savaş sonrası ekonomik çöküntü içine düşen Batı Avrupa ülkelerinin komünizme kaymalarının engellenmesini amaçlayan ve Truman doktrininin tamamlayıcısı olan Marshall Planına göre, ABD, dış yardımının yüzde 95’ini Avrupa’da dağıttı. Olayın siyasal yönünü sosyalist bir gözle değerlendiren TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar: “Bu doktrinin ABD’nin başka ülkelerin içişlerine karışmayı dış politikasının bir ilkesi haline getirdiğini göstermekte, komünizmle mücadele sloganı ise ABD’nin dünya hegemonyası kurma planlarını maskelemektir. Ana hedef, stratejik pozisyonları nedeniyle Türkiye ve Yunanistan’ın birer atlama tahtası haline getirilmeleridir” diyordu. Ekonomik  açıdan Marshall Planının asıl hedeflerinden biri ise, ABD’nin tekrar bir ekonomik krizle karşı karşıya kalmasını önlemekti. Sonuçta, Avrupa, Amerikan mallarının en büyük pazarı haline geldi. Özetle NATO, dünya kapitalizminin egemen sınıflarının öncülüğünde kurulan, onların yönettiği ve onların görüş ve tercihlerini yansıtan, sömürünün sonsuza dek sürüp gitmesi amacını güden bir askeri ve politik ittifaktı. Bir Amerikan generalinin bir madalya töreninde, ‘ ...33 yıl 4 ay, bu ülkenin en hareketli silahlı kuvvetleri olan deniz piyadelerinde askerlik yaptım. ...Bu süre boyunca vaktimin çoğunu büyük iş adamları, Wall Street ve bankerler için üst düzey bir pazulu adam olarak harcadım. Kısacası ben, kapitalizm için çalışan bir kumpasçı, bir gangsterdim’ sözleri NATO’nun kimlerin hizmetinde olduğunu açıkça dile getirmektedir.

NATO’NUN ÇOCUĞU: KONTRGERİLLA

NATO Sözleşmesi’nin açıklanan metni, Kuzey Atlantik ülkelerinin SSCB’nin bir işgal ya da saldırıya karşı savunmaya cevaz vermekteydi. Ne var ki, NATO’nun bu “dar” görevi, kapitalist sistemin korunması için yeterli değildi. ‘Düşman’, dünyanın tüm ülkelerindeki sol, sosyalist, komünist akımlar ve özellikle 1950-70’li yıllarda sosyalizmin yanı sıra Asya, Afrika ve Latin Amerika’da kurulan ulus devletler ve bu devletlerin büyük çoğunluğunun bağımsızlık yanlısı ve sosyalizm sempatizanı ve/veya Marksist eğilimli başkan ve yönetimleriydi. Bu durum, NATO’nun sürekli olarak ‘resmi’ görevinin dışında eylem yapması yani daima “alan dışı” çalışması anlamına gelmekteydi. NATO içi ama ‘gölge’ bir örgüt bu amaç için mükemmel bir seçimdi.
21 Nisan 1986’da Newsweek’e konuşan NATO Eski Genel Sekreteri ve Bilderberg Grubu Başkanı Lord Carrington şu sözlerle bu gerçeği açıklayacaktı: “NATO’nun 1949’daki ilk anlaşma metninde gizli bir madde yer alıyordu. Bu gizli maddeye göre üye olan devlet, komünizme karşı mücadele edecek devlet kuruluşunu oluşturmak zorundaydı. Bu örgütte yer alacak kadrolar gizli tutulacaktı, gizlilik içinde çalışacaktı.’ Sözleşme, tüm NATO devletleriyle yapılmıştı.
Gölge orduların kuruluşunu örgütleyen CIA idi. Temmuz 1947’de Ulusal Güvenlik Yasası ile kurulan CIA, zaten ABD dışında, örtülü denen eylemler yapmak üzere örgütlenmişti. ‘Gölge’ örgütün, CIA’nın bünyesinde ve NATO denetiminde olmasına karar verildi. Örgüt, ABD ve emperyalizm yandaşı ‘yabancı’ ülkeler ya da gruplara destek amacıyla ‘ABD tarafından idare ya da finanse edilen ancak resmi yetkisi olmayan insanlar’ tarafından oluşturulacak, ABD hükümetinin herhangi bir sorumluluk taşıdığına kanıt bırakmayacak derecede iyi planlanmış ve yerine getirilmiş, örtülü faaliyetlerde bulunacaktı. Yapılacak eylemler sabotaj, propaganda, ekonomik savaş, yer altı direniş hareketleri, gerilla ve mülteci ‘bağımsızlık’ gruplarına destek sağlamak, ‘özgür’ dünyanın komünizm tehdidi altındaki ülkelerinde bulunan yerli antikomünist öğelere yardım etmek, onlarla birlikte çalışmak, ‘düşman’ devletlere karşı yıkıcı faaliyetlerde bulunmaktı.

‘GÖLGE’ ORDULAR 1952’DE KURULDU

Avrupa’daki eylemlerde 2. Dünya Savaşında Direnişçiler tarafından Nazizm’e karşı kullanılan savaş usullerinden ve bunun yanı sıra Alman Nazilerinin direnişçilere uyguladıkları işkence ve her türlü baskı yöntemlerinden istifade edildi. CIA, ünlü savaş suçlusu Alman Generali Gehlen gibi, savaş suçlusu Nazileri kaçırıp gizli ordu kadrolarının eğitim ve örgütlenmesinde kullandı.
Bu gizli örgütlenme, Avrupa ülkelerinde, İtalya’da ‘Gladyo’, Danimarka’da ‘Absalon’, Norveç’te ‘ROC’ ve Belçika’da ‘SDRAB’ gibi farklı isimler altında faaliyet gösterdi.  Eylem planları ABD’de hazırlanmakta, örgütün eğitim ve istihdam sorunları ise NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargahı Koordinasyon ve Planlama Komitesi (SHAPE) yönetimi altında bazı Avrupa ülkelerinde çözümlenmekteydi. Üye ülke halkları ve meclisleri durumdan habersiz olmakla birlikte savunma bakanları, başbakanlar, başkanlar ve içişleri bakanları durumun bilgisine sahiptiler. Eski NATO Genel Sekreteri Manfred Wörner ve ABD Ulusal Güvenlik Konsey Başkanı Oliver North’un da bu faaliyetleri doğruladıklarını görmekteyiz. Kontrgerillanın en derli toplu tanımını Uğur Mumcu yapmaktadır “Kontrgerilla Taktikleri” başlıklı yazısında: “….Bu örgüt, komünizmle mücadele gerekçesi altında, tüm NATO ülkelerinde kurulan gizli örgütlerin ortak adıdır. Panama Kanalında, 1960’da Amerikan Savunma Bakanlığına bağlı olarak kurulmuş olan “antigerilla”  okulunda, dünyanın dört bir bucağından gelen görevlilerle, başta işkence olmak üzere, her türlü yasa dışı yöntem öğretilmektedir. Bu eğitimle görgü ve bilgilerini arttırarak yurtlarına dönenler, devletin önemli kuruluşlarında görev almaktadırlar. Panama Kanalındaki Pentagon generallerine bağlı olarak çalışan askeri nitelikteki “antigerilla” okulu yanında, merkezi Washington’da bulunan “Uluslararası Polis Akademisi” de NATO ülkelerindeki sivil haber alma örgütlerine eğitilmiş uzman yetiştirmektedir. Bu her iki kuruluş da doğrudan doğruya CIA’ya bağlıdır. “Kontrgerilla” Amerikan Silahlı Kuvvetleri tarafından yönetilen Panamadaki antigerilla okulu ile Washington’daki Uluslararası Polis Akademisinde okutulan bir dersin adıdır. Bu derslerde, solcu ayaklanma ve devrimci eylemlere karşı alınması gerekli tedbirler konu edilmektedir” demektedir.
İtalyan Başbakanı Aldo Moro’nun öldürülmesi, İtalya’da komünistlerin meclisteki temsilini önlemek için yapılan bombalama eylemleri, ‘gizli ‘ orduların Avrupa’daki faaliyetlerine verilebilecek birkaç örnektir.
Avrupa dışı, yani ‘alan’ dışı eylemlerde Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki sol, sosyalist ya da komünist eğilimli hükümetler ve bunların başkanları iktidardan düşürüldü ya da katledildi. Bunlar arasında, Guatemala’da çok uluslu yabancı bir tekel olan United Fruit şirketinin ülkedeki faaliyetlerine karşı çıkan Başkan Albenz’in devrilmesi ve bu operasyon esnasında 8 bin Guatemalalının katli, Kongo Başkanı Marksist Lider Partice Lumumba’nın katli, yine seçimle iş başına gelen Şili Halk Cephesi iktidarı devrilerek Marksist Başkan Salvador Alllende’nin öldürülmesi, Che Guevara’nın katli, Nikaragua’da solcu Sandinist gerillalara karşı kontraların desteklenmesi, İran’da İngilizlerin elindeki Anglo-Iranian petrol şirketini millileştiren ve Basra Körfezi’ndeki büyük Abadan rafinerilerine el koyan Başbakan Musaddık’ın devrilip tutuklanması ve Komünist Partisi (Tudeh) liderlerinin öldürülmesi, iktidara geldikten sonra Hollanda özel şirketlerinin çoğunu kamulaştıran Endonezya Başkanı Sosyalist Lider Sukarno’nun düşürülmesi ve çok güçlü bir parti olan Endonezya Komünist Partisi mensubu milyonlarca kişinin öldürülmesi, Mozambik’te bağımsızlık için çalışan Frelimo Örgütünü yok etme çalışmaları ve Örgüt Lideri Eduardo Mondlane’nin öldürülmesi, 1987’de Burkina Faso’nun Marksist Başkanı Thomas Sankara’nın katledilmesi sayılabilir. Dikkat edilecek olursa Amerikan ve İngiliz çok uluslu şirketlerinin ve bu bağlamda emperyalizmin çıkarlarının korunması ön plandadır. Bu şirketlerle NATO terör örgütü ilişkisi Amerikalı Senatör Joseph Clark’ın sözleriyle vurgulanmaktadır: “Bugün artık Amerika’da herkes Amerikan petrol kumpanyalarının Ortadoğu’da gırtlaklarına kadar politikaya gömüldüğünü ve CIA’nın da gene Ortadoğu’da bu politikanın tam ortasında olduğunu biliyor.”

YARIN: Türkiye’nin NATO’ya giriş süreci

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et