24 Nisan 2016 04:23

Eve dönme zamanı

Öyle günlerden geçtik ki, tarih bile nasıl not düşeceğini şaşırmıştı. Hazirandı, ağaç mevsimiydi... Nefesin tutulduğu şivan günleriydi.

Paylaş

Özgün E. BULUT

Nefes, sesin de uzun yaşamanın da sağlıklı düşünmenin de en önemli etkileyeni. Kendimize bunu öğretmeliyiz. Nefesimiz düzenli oldukça, korkmadığımızı hissedecekler. Umudu yüreklerine öğreten insanları görecekler. İnatçı baharın körpe yeşilliklerinden ilham alan dizelerimize şaşıracaklar. Erdemi konuk ettiğimiz yıldızların büyülü ışıltılarına bakıp bakıp dağılacaklar.
Charles Dickens’inin ‘İki Şehrin Hikayesi’nde şöyle bir diyalog geçer: “Yol işçisi kendine gelmeye başlamıştı ve yaptıklarının doğruluğundan kuşku duymaya başlıyordu, ama tam o sırada Defarge kulağına eğildi, “Tam istediğimiz adamsın,” dedi. “Sen ve senin gibiler bu aptallara sonsuza dek hep böyle olacakmış inancını aşılıyorsunuz. Bu onları daha da küstahlaştırıyor. Sonları da yaklaşmış oluyor böylece.” “Heey!” dedi düşünen işçi. “Doğru ya!” “Bu aptalların hiçbir şeyden haberi yok. Senin nefesinden nefret ediyorlar. Seni sonsuza dek susturmak istiyorlar. Ama tek bildikleri de sen ve senin gibilerin nefeslerinin onlara söyledikleri. Bırak bir süre daha inansınlar, nasıl olsa uzun sürmeyecek bu durum!” Bayan Defarge gurur dolu bir ifade ile adama baktı ve başıyla onayladı. “Sana gelince,” dedi kadın, “sen gösterişli olan her şey için bağırır, ağlarsın. Öyle değil mi?” “Öyle bayan. Sanırım doğru.” “O an için sana bir yığın bebek verseler ve keyfin için parçalamanı isteseler en süslüsünü seçerdin değil mi? Seçmez miydin?” “Evet bayan.” “Uçamayan bir kuş sürüsü gösterseler ve tüylerini yolmanı isteseler en güzel tüylüsünden başlamaz mıydın,” “Doğru efendim?” Bayan Defarge eliyle meydanı gösterdi: “Bugün bebekleri de, kuşları da gördün,” dedi. “Şimdi evine dön!”
Sıkıntımız oyuncak bebekleri de kuşları da görememekte. Sıkıntımız nefesimizden bile nefret edenleri yüceltip, kibir sahibi yapmakta. Bundan güç alıyorlar, yaptıklarını buna dayandırıyorlar, eylemlerini kuru alkışlardan aldıkları güçle destekliyorlar.

GELİN CANLAR BİR OLALIM

Sultanahmet meydanında gezerken gözüme ilişen bir pankartın bana düşündürdükleri bunlar. Fatih Müftülüğü’nün hazırladığı “İnsanlığı Diriltmek İçin/ Gelin Birlik Olalım” yazısını bakınca tuhaf oldum. Alevi felsefesi geçti gözümün önünden. Bir olma ile birlik olma arasındaki farkı, sıcaklığı, samimiyeti tarttım. “Gelin canlar bir olalım” diyor felsefe. Ayrımsız, sınıfsız, imtiyazsız, çocuk, büyük demeden eşitlikten söz ediyor. Eşit olmaktan söz ediyor. Farklılıkların, kimliklerin olduğu gibi yan yana durmasından söz ediyor. Ne kibir var, ne üst perde. Tamamen adil bir sesleniş, adil bir ‘gel’ deme var. Birbirimizin eşiti olalım diyor. Kimsenin kimseden üstün olmadığı bir felsefedir bu.
Diğeri ne diyor peki? Hep bildiğimiz, hep söylenen o kardeşiz vurgusu bile yok çağrıda. “Memleket elden gidiyor, birileri bu ülke insanının canına, malına göz dikmiş; ama biz onlara pabuç bırakmamak için kenetlenelim.” Kardeşlik var mı bu sözde? Eşit olma hali var mı? Türkiye’deki kutuplaşmayı, keskin çizgileri yok eden bir duruş var mı? Yine üst perde, yine ruhu olmayan bir çağrı. Yine ötekileştirme, yine bir şeyleri kabul ettirme var.  
Dickens’in kahramanı; “Sen ve senin gibilerin nefesinden nefret ediyorlar” diyor. Öyleyse diyaframa nefes almayı öğretmeli. Nefes, sesin de uzun yaşamanın da sağlıklı düşünmenin de en önemli etkileyeni.  Kendimize bunu öğretmeliyiz. Nefesimiz düzenli oldukça, korkmadığımızı hissedecekler. Umudu yüreklerine öğreten insanları görecekler. İnatçı baharın körpe yeşilliklerinden ilham alan dizelerimize şaşıracaklar. Erdemi konuk ettiğimiz yıldızların büyülü ışıltılarına bakıp bakıp dağılacaklar.

İNSAN SICAKLIĞINDAN YAS GÜNLERİNE

Öyle günlerden geçtik ki, tarih bile nasıl not düşeceğini şaşırmıştı. Hazirandı, ağaç mevsimiydi, insan sıcaklığıydı. Nefesin derin derin çekilip, özgürlüğe aktığı günlerdi. Aralıktı, keder ayıydı, yas günleriydi. Nefesin tutulduğu şivan günleriydi. Çığlığın içe düştüğü kar mevsimiydi.
Hazirandı, biz olduğumuz başka bir hazirandı. Umut mevsimiydi. Kibrin korkuyla tanıştığı, küçük koronun gülümseyen itiraz günleriydi. Nefesin şarkı olup uçtuğu günlerdi. Temmuzdu, hüzün ayıydı, ciğere kan damladığı günlerdi. Nefesin çileye dönüşüp kırıldığı günlerdi.
Öyle günlerden geçip öyle günlere gelmiştik ki, hani konuşmayınca, belki daha çabuk anlaşılır günler diyebileceğimizdendi. Hep bir ağızdan yaygara çıkaran dev bir koronun kuşatmasında, büyük bir yangının ortasında kalmıştı insanlar. Şizofren bir hırs, cinnetle ortak bir öfkenin şuursuz akınları ile sarsılıyorlardı. Nefeslerindeki düzen kaybolmuş, zamanın boyunlarına taktığı sabır anahtarı kaybolmuştu. Aylar parçalanmış, mevsimler kimliğini yitirmişti.
İşte tam da bu zamanların tanıklığını yapıyordu Dickens. Tam da bu zamanların nefesiydi “Gelin canlar bir olalım” deyişi. Kalabalık yığınlar, dev koro, sahte alkışlar. Bugün süslü bebekleri de parlak tüylü kuşları da gördük. Nefes almayı da nefes vermeyi de öğrendik. Nefesimizden korkuyorlar. Eve dönme zamanı.

ÖNCEKİ HABER

Başkentleşmek, Türdeşleşmek, ‘Ulus’laşmak

SONRAKİ HABER

Garip’te Ermeni çıkmazı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa