03 Ocak 2016 00:33

Gayri resmi ağız dönemi

Paylaş

Cömert Uygar ERDEM

“Kırmızı yanaklıyım, sandıklarda saklıyım” diyor bir Karadeniz şarkısı. Sandıklarla böyle bir ilişkim olmadı ama benzer hikayelerim var benim de. Andırabilir en azından.
Tüm eşyalarını evin bir odasına saklayıp, evin kalan kısmını bize kiralayan bir ev sahibimiz olmuştu. Kilidine sahip olmadığımız, kırsak hane halkını evden çıkarılma ihtimali ile baş başa bırakacağımız bir kapı. Arkasında neler vardı. O evde kaldığımız sürece çok merak ettik. Ama, hiçbir zaman merakımıza yenik düşüp, kapının diğer tarafına geçmeyi denemedik. Kapıyı kırıp, kapının öteki tarafına da sahip olma düşüncesi hiç gelmedi aklımıza. Bir gün ev sahibi gelip kapıyı açtığında, görme imkanımız oldu. Üst üste tepeli eşyalar vardı.
Sandıklarımız olmadı hiç ama sandığın içindekileri bilenin hikayesini anlayabiliyorum. O duyguya yaklaşabileceğime inanıyorum en azından. Misal, asıl konuşulduğu bölgeden uzak bir coğrafyada küçük bir insan topluluğu tarafından konuşulmaya devam edilen, uzun bir süre sadece bu topluluğa özgü bir dil olduğuna inandığım, ana-baba yadigarı bir dil vardı.  Zazaki. O küçük insan topluluğunun konuştuğu yerden de göç etme sonrasında, sadece bir evde konuşulan dil haline evrildi.
Sandığın içini bilenler bu bilgiyi sadece bilmesini istedikleri ile paylaşırlar. Bizdeki sandığın içindekilerden biri Zazakiydi. Bir diğeri ise, suyu ve doğadaki diğer varlıkları kutsayan bir inanç. Belli bir süre, sandık içi muamelesi gördü. Sadece bilmesini istediklerimiz ya da bildiğinde bu sırrı ele açmayacağına güvendiklerimiz biliyorlardı.
Eskişehir’de içi dışı bir olan öğrenci evimizde üşüyorduk. Kış gelmişti. Bugünlerde olana benziyordu.
Bir adam var.
Sen seversin.
Sizin dilinizde de söylüyor.
Dur dinleteyim
Diyordu bir arkadaş. Sandığı açtığımızda, görmüş sanırım. Bilemiyorum. Ahmet Aslan’dan söz ediyordu. Biraz dinledik. Telefondan dinlenebilecek kadar.
Bu kısa dinletiden tahminen 10 gün sonra Ahmet Aslan ile tekrar karşılaştık. Ara tatil için geldiğim Ankara’da ilk dört kanalını TRT’ye ayıran, dizi kanalları ile on’a yaklaşan, haber kanalları ile yirmiyi zorlayan kendi halinde bir televizyonun yirmi bir ile başlayan dünyasında, gitarıyla canhıraş “De be wayiro” (pardon sandığı açmış bulundum, gel artık sahip) diye haykırıyordu. Kendi tanrısını çağırıyordu, Ahmet Aslan. Munzur’u alıp bir çeşme ile yetinmesini bekleyenlerden dert yanıyordu. Ziyaret mekanları baraj suları altında kalacaktı.

MÜZİKTE İFADE HÜRRİYETİ

Daha önce, Hemşince sözler ile rock müzik yapan Meluses ile ilgili bir yazıda kullandığım bu başlığa, bilinçli olarak bir kez daha başvuruyorum. Belki bir vesile olur, ifade hürriyeti tartışmaları bu mecralara da sıçrar. Neyse, konuya dönelim; Ahmet Aslan canhıraş, ter, kan içerisinde tanrısını çağırıyordu.  
Tanrı, Ahmet Aslan’ın “De Be Wayiro” şarkısını ve anlatmak istediklerini duydu mu? Bilmiyorum. Kullar aleminde duyduğunu anlama kaygısı ağır bastığı için, bu konuda pek varlık gösteremiyor. Türkçe bilenler Türkçesini, Zazaca bilenler Zazacasını anlamaya çalışma mesaisinden, müziğine pek zaman ayıramıyor. Bir müzisyenin başına daha vahim ne gelebilir ki. Konu Munzur olduğunda, var olan sesi ile bağıran Ahmet Aslan, sıra kendisine gelince susup, La-tar çalıyor.
2013 yılı Aralık ayında Anadolu Üniversitesi’nde Düşünce ve Hukuk Kulübünce kotarılan konserde, “Dere geliyor dere” şarkısının hangi yöreye ait olduğu konusunda kesin ithamda bulunmaktan çekinerek hatta bu görevi etnologlara havale ederek; şarkıyı Bulgarlardan duyduğunu ancak Trakya’da da söyleyenler olduğunu anlatan Ahmet Aslan, 2014 yılı Ekim ayındaki Ankara konserinde bir saat süren sahne performansında son şarkıdan önce başını kaldırıp sadece, “merhaba” dedi. Finalde, eğilerek selam vermek suretiyle sahneyi terk etti. La-tar ile Ahmet Aslan’ın biraz daha yanlızlaştığını, daha içe dönük bir hal aldığını söyleyebilmek mümkün. Na-mükemmel’deki enstrüman sayısının azlığını, düzenlemenin sadeliğini bu nedene bağlayan düşüncemi kendime saklıyorum.
Ahmet Aslan hakkında, hüküm kurduğum bu iki konser arasındaki fark La-tar’dı. Tembur ve gitarı dönüşümlü olarak çalan, konser arasında bir Hocam’ın dediği şekilde, “gerçek bir derviş” duygusunu hissettiren Ahmet Aslan, sonraki konserlerde, gövde kısmı gitar, klavye kısmı bağlama, telleri buzukiden harmanlanmış yeni bir enstruman La-tar’ı icra etmeye başladı.  
Alevilere Kalan 1 ve 2 albümlerindeki kendi yorumladığı şarkılarda ve bu albümlerdeki bazı şarkılarda görece arka planda kalarak icra ettiği enstrüman, geçtiğimiz günlerde yayınlanan Na-Mükemmel isimli albümünde biraz daha yerleşik bir hal almış halde. La-tar ile değişen bir Ahmet Aslan müziği Alevi müziğine, statükolaşan ses diyebileceğimiz seslerden farklı bir tını kattı.

GAYRİ RESMİ AĞZI YAKALAMAK

Son zamanlarda, kendini yenileme sıkıntısı yaşayan Alevi müziğinin 80 ve 90’lı yıllarda Arif Sağ, Musa Eroğlu, Yavuz Top gibi müzisyenlerin kendi albümleri ya da “Muhabbete Devam” gibi her kolektif emekli albümler ile inşa edilen Alevi Müziği, sonraki süreçte Özlem Özdil, Erdal Erzincan, Tolga Sağ gibi müzisyenler kendi albümleri ya da “Türküler Sevdamız” gibi kolektif emekli albümler ile devam etti. Solistin aynı zamanda iyi bir bağlama icracısı olması, bu geleneğin ortak özelliklerinden biriydi. İki akım arasında kalan desem hata mı ederim diye çekindiğim, Hasret Gültekin’in “şelpe tekniği” üzerindeki çalışmalarının Alevi müziğinde yeni bir dönem başlattığını söylemek çok yanlış olmaz diye düşünüyorum. Erol Parlak, Erdal Erzincan, Arif Sağ’ın şelpe tekniği icra ettikleri albümleri de yok sayamayız. Erkan Oğur – İsmail Hakkı Demircioğlu albümlerinde kopuz gibi ensturmanların kullanımının da etkilerini aynı şekilde.  Hüseyin – Ali Rıza Albayrak kardeşlerin albümleri de ayrı bir konuma sahiptir. Yazının akıbeti içerisinde değinemediğim Aşık Mahzuni Şerif, Ali Ekber Çiçek ve diğer ozanlara saygılarımı arz ediyorum.
Alevi müziğinin Türkçe sözlü beyitler, deyişler üzerinden inşa edildiği bu kısa tarih içerisinde, Metin-Kemal Kahraman, Mikail Aslan, Cemil Qocgiri, Ali Baran gibi isimler tarafından Zazaki ve Kurmanci sözlü beyitler ve deyişler seslendirildirilerek, Alevi müziği “tek dil” garabetinden kurtarılmaya çalışıldı; Türkçe konuşan Alevilerin, kendileri ile aynı inanç sistemindeki diğer halkların deyiş ve beyitleri ile tanıştırılması sağlandı. İşte Ahmet Aslan’ın Na Mükemmel albümü bu tanışıklık üzerinden inşa edilmiş bir albüm niteliği taşıyor. Yeri gelmişken; Aşık Daimi’ye saygılarımla.
Uzun süre, sözler üzerinden varlık gösteren, sonrasında müzikal değer üzerinden gelişme gösteren bir süreç izleyen Alevi Müziği’nde vokal tekniği ile ilgili yeni bir akım içermekte. Albüm kapağında yer alan müzisyen Kemal Dinç’e ait “ağzı, tavrı, Cumhuriyet öncesinin dokunulmamış şarkıları gibi gayri resmidir” yorumu da, buna işaret etmekte.
Eski albümlerdeki Susarak Özlüyorum, Tanımadığım Ten, Dağlı Bir Kabiledir Aşk şarkılarına benzer yoğunlukta bir şarkı beklentisine karşılık bulamayan dinleyicilere, “Bir de bu yönden düşünün” demek istiyorum.

ÖNCEKİ HABER

Kapılarımız titremesin

SONRAKİ HABER

İnşaat terörü ve ideal kent planlamasının bazı unsurları

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...