Putin’i anlamak

Sinan BİRDAL
21. yüzyıldayız ancak dünya siyasetini değerlendirirken kullandığımız kavramlar 19. yüzyıldan: Reelpolitik, güçler dengesi, jeostrateji. Bu kavramlar dünya siyasetinde devleti temel aktör olarak gören, devlet çıkarlarını ve devletler arasındaki çıkar çatışmasını verili kabul eden kavramlar. Bunların eleştirisini yapmadan diplomasi koridorları ve güvenlik kurullarında şekillenen yüksek siyasete alternatif bir siyaset önerebilmek mümkün değil. İdeolojinin işlevi tam da bu değil mi? Peki dünya siyasetini devletlerin içinde yaşayan işçilerin çıkarları açısından nasıl ele alabiliriz? Birincisi, siyaseti lider hikayelerinin gerisindeki toplumsal dinamikleri analiz ederek değerlendirmeliyiz. İkincisi, iç siyasetle dış siyasetin dinamiklerini beraber düşünmeliyiz. Üçüncüsü dünyadaki örnekler arasında karşılaştırma yapmalı, farklı devletlerde yaşayan emekçilerin eşgüdümünü sağlayabilecek yöntemler düşünmeliyiz. Putin’i ele alırken bu düşüncelerden yola çıkıyorum.
EMPERYALİZM MESELESİ
Putin’in Ukrayna ve Suriye politikalarının emperyalizme karşı hareketler olarak değerlendirilmesi özünde yanlış. Bu yanlış emperyalizmin devlet-merkezci bir yaklaşımla ele alınmasından kaynaklanıyor. Şu bir gerçek: ABD’nin Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra izlemeye karar verdiği Doğu Avrupa siyaseti bugünkü Amerikan-Rus çekişmesinin tohumlarını attı. Sovyetler’in ortadan kalkmasıyla NATO’nun da gereksiz hale geldiği, NATO genişlemesinin ve füze kalkanı projesinin Rusya’yı provoke edeceği, 1990’larda uzmanlar tarafından dile getirildi. Bugün bu uyarıların ne kadar isabetli olduğunu görüyoruz. Uyarılara rağmen Zbigniew Brzezinski’nin akıl hocalığını yaptığı bir fraksiyon, Clinton yönetiminin dış politikasına hakim oldu. Clinton, Amerikan gücünün Amerikan sermayesine dayandığı ilkesinden yola çıkan ve sermaye birikiminin her şeyden önce uluslararası siyasi eylemle güçlenebileceğine inanan bir grubu yönetime taşıdı. Clinton’ın Doğu Avrupa politikası Bosna ve Kosova’da kas şişirirken, Rusya’yı bölgeden kovdu ve AB ülkelerinin de bağımsız bir politika izleme hayallerini suya düşürdü. Bugün Putin’in izlediği agresif siyaseti aslında 1990’lardan beri ABD’nin gerçekleştirdiği hamlelere karşı bir savunma stratejisi olarak görmek mümkün. Rusya, Sovyetler’in etki alanının daha ufak bir parçasını elde tutmaya çalışıyor. Bu anlamda Rusya yükselen değil, statüsünü koruyan, düşmekte olan bir büyük güç. ABD’nin Rusya’ya karşı uzun vadeli bir yıpratma savaşı taktiği izlemesinin nedeni bu. ABD için kabus Doğu Avrupa’da değil, Doğu Asya’da.
EMPERYALİST ZİNCİR İÇİNDE STATÜ KORUMAK
Meseleye bu açıdan baktığımızda Putin’in izlediği siyasetin ABD dış politikasıyla çatışmalı olduğu inkar edilemez. Ancak Putin’in komünizm sonrası kapitalizme özgü bir neoliberalizmin ürünü olduğunu unutmamalı. Putin’in izlediği anti-emperyalist bir siyaset değil, emperyalist zincir içinde statü korumaya çalışan bir siyaset. Bu noktada tartışmalarda bir kafa karışıklığı karşımıza çıkıyor: Emperyalizm bir sistem midir, yoksa bir devlet politikası mıdır? Devlet-merkezci yaklaşımlar emperyalizmi ABD’nin bir niteliği olarak kavrıyor. Halbuki emperyalizm sermaye birikiminin dünya ölçeğinde örgütlenmesini ifade eden bir olgu. ABD gibi tüm diğer devletler bu küresel ilişki ağının bir parçası. Parçayı bütünün yerine koymak ciddi hatalara neden oluyor. Emperyalizmi ABD’ye indirgemek, kapitalizmi en büyük şirkete indirgemeye benzer. Bu yanılgı ise sermayeye karşı yürütülecek mücadeleyi etkisizleştirir. Devletlerin politikalarını bunların küresel iş bölümündeki yeri ve sermaye birikiminin siyasi koşulları açısından değerlendirmeliyiz.
REJİM KONSOLİDASYONU OLARAK DIŞ POLİTİKA
Putin’in Amerikan emperyalizmine dur diyen bir Üçüncü Dünya kahramanı olarak algılanması yeni değil. Erdoğan bir Moskova ziyaretinde Putin’e, Türkiye’nin AB kapısında beklemekten usandığı için Şangay Beşlisi’ne alınmasını rica etmişti. Batı ittifakına karşı Rusya’nın bir alternatif olabileceği düşüncesi o dönem Erdoğan’ın hasmı olan Ulusalcı/Avrasyacı çevreler tarafından da savunuldu. Ancak Avrasyacı siyasetin eninde sonunda Rusya-Türkiye çatışmasına veya Türkiye’nin küçük ortak olduğu bir tabiyet ilişkisine götüreceği açıktır. Avrasyacılığın günümüzdeki en etkili temsilcisi Alexander Dugin’in kitabının önsözüne göz atmak yeterlidir: “Rusya, ya büyük Avrasyacı kıtasal imparatorluk olacak, ya da hiç varolmayacaktır. Rusya’nın jeopolitik kimliği, ‘kara eşkıyaları’ dalgasına, Slav unsurunun Cengiz Han İmparatorluğu’nun Türk-Moğol kökeni ile ittifakına dayanmaktadır”.
Bir ulus-devlet ve NATO üyesi olarak Türkiye’nin Avrasya projesinin düşmanı olduğunu vurgulayan Dugin, Ankara’nın Çeçen desteği, Ermenistan ve Azerbaycan’da Rus karşıtı politikası, Bakü-Ceyhan boru hattı gibi konuları bu düşmanlığın bir örnekleri olarak gösterir. Bunun karşısında Rusya, İran’la ittifaka, Ermenileri ve Kıbrıslı Rumları desteklemeye, Kürtler ve o vakit Türkiye’de muhalefette olan İslamcılarla sıcak ilişkilere yönelmiştir. Ancak bunlar Avrasyacılığın halledebileceği taktik meselelerdir. Dugin tek-kutuplu Amerikan deniz medeniyetine karşı bir kara medeniyeti olarak Rus-Türk ittifakını öngörür. İştah kabartmayı da ihmal etmez: “Avrasya çok büyüktür ve enginlikleri herkese yeter”.
Davutoğlu gibi Dugin de çıkarı adına konuştuğu devleti bir medeniyet temsilcisi olarak görür ve jeostratejik tekliflerini bu kimlik üzerinden meşrulaştırır. Putin döneminde uygulanan Çar sarayı teşrifatı ve merasimi, füzeleri takdis eden papazlar bu zihniyetin birer uzantısıdırlar ve Erdoğan rejimiyle derin bir akrabalığa işaret ederler. Akrabalık, sermaye birikiminin dinamik olamadığı ülkelerde devletin burjuvaziyi ve yönetilen sınıfları ortak bir program, bir kimlik etrafında birleştirme çabasından kaynaklanır. Yani, jeostrateji bir yönetim programı, bir devletleşme süreci, bir rejim konsolidasyonudur.
Evrensel'i Takip Et