25 Ocak 2007 01:00

Şiir denizinde bir ‘Yaşlı Kelebek’


Mehmet Hameş’le Mersin’in baharını kucaklamış küçük bir çay bahçesinde tanıştırılıyoruz. Yeni tanıştırılan insanların o garip huzursuzluğu, sessizliği dolduruyor ortamı bir an. Mehmet Hameş, konuşmaya başlayınca sessizlik, gerilim alıp başını gidiyor ötelere. Yeni tanışmış değil de, konuşmamız bir yerde yarım kalmış da kaldığımız yerden devam ediyor gibiyiz. Şiiri hayatının ana damarı saymış bir şair o. Hangi konuyu konuşursanız konuşun her şeyi şiirin nehrinde buluşturuyor. İnsanı kuşatan ne varsa hepsini şiirin ellerine teslim ediyor. Şiirin büyülü dünyasını yaşatıyor size; ama gerçek dünyadan koparmadan. Ana coğrafyası Amik’ten “boynuna ak bir kolye takıp pamuktan” düşmüş Adana’nın taşlı yollarına. “Düşlerini Seyhan’ın seline kaptırmış” Mehmet Hameş. Bir süre Hatay’da, eski coğrafyasının bin bir rengini kovalamış kanatlarıyla. Sonra da Akdeniz’e bir “Yaşlı Kelebek” gibi süzülerek gelmiş. Yine “düş, barış, sevgi, aşk…” diyor, Mersin körfezinde. Palmiye gölgesinde, şiirin ince çizgisinde “Hoş geldiniz” diyorum, Mehmet Hameş’e. İkindi serinliğinde ve çay eşliğinde, hayatı, insanları, coğrafyaları ve kitapları konuşuyoruz; yani şiiri.

Kitaplarınızda yer almayıp da, dergilerde yayımlanan bir şiirinizde, “şiir seferine çıkmış ey şair / aklında inceltirken sözcükleri /kalem kendini yenileyebilir/ imge bekçisidir hafıza çünkü” diyorsunuz. Şiir seferine çıkmış şaire sormak istiyorum. Şiiri şiir yapan nedir sizce?
Şiiri şiir yapan bağrında barındırdığı aşktır. Şiir hazır yasalarla çelişerek kendi yasasını yaratır. Şiir gibi aşk da, kural tanımaz ve kendi kuralını kendisi yaratır. Bu benzerlikleriyle şiirle aşk süt kardeştirler. Şiiri ve aşkı tanımayan, her ikisinin ruhuna dalamayan, ince noktalarını keşfedemeyen birinin şiir yazması imkansızdır. Eğer yazıyor bile olsa, o şiir ölü doğar. Şiir aşka bağlı olarak vardır. Hayatın içinde aşk da barınır. Eğer hayatı algılama cılızsa, aşk da cılız olacak, dolayısıyla şiir de kendini var edemeyecektir. Şiiri yaratan kişi, onun büyüsünü keşfetmek durumundadır. Eğer büyüsünü keşfedemiyorsa; yaratmayan tanrılar çoğaltmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Şiir bilinçle yazılmalıdır. Babadan oğla devredilen saltanat değildir, şiir yazma eylemi. Beslendiği kültür etkili de olsa; yetenek yoksa o kişi şiir yaratamaz. Yarattığını sansa da, çabası boşa gidecektir. Her zaman doğallık, içtenlik olmalı; anlam, sözün kabından taşmalı, söze sığmamalıdır.

Bir şiirinizde: “bilmez misin ey sevgili / zehrini topraktan alır zakkum” diyorsunuz. Zakkumun kaynağı topraksa, peki, şiirin kaynağı nedir?
Şair, her ne kadar da kendisiyle hesaplaşmak için şiir yazıyor olsa da, asıl amacı ötekini kucaklama çabasıdır; ötekine geçmişi, bulunduğu zamanı ve geleceği güçlü kavratmak, sezdirmektir. Bu da ancak insanın insana estetik değerlerleri yansıtmasıyla mümkün olur. Rimbaud: “Şair kendinde arar; özünü elde tutmak için bütün zehirleri kendinden çıkarır” der. Bu değerli şairin de belirttiği gibi, şiirin biricik kaynağı yine kendi yaşamıdır.

“Bulut Üstü” şiirinizin bir yerinde, “Çiz ülkeler haritasını kalbine / siyam’ı akdeniz’e sal / gümrüksüz gireyim/ sınırsız mavilerine” diyorsunuz. Bu dizelerde dünyadaki sınırları kaldırma, tüm insanların bir arada “ortak sofraya azık açar gibi” buluşması isteğiniz var. Bununla birlikte aşkın da; ırk, milliyet, din… olgularına bakmadan yaşanması gerekliliğinin bir özlemi yatıyor gibi geldi bana, yanılıyor muyum?.. Bu dizelerinizi giriş yaparak, asıl şunu sormak istiyorum: Sizce şiir evrensel midir?
Evet, dünyadaki sınırları anlamsız buluyor ve insanın, insanı yabancı olarak görmesini de yadırgıyorum doğrusu. Bir gün insanlık, bu halini hem komik, hem de ilkel bulacaktır.
Şiirin evrenselliğine gelince; şiir hayatı bir bütün olarak kavrar ve bu bütünsellik dahilinde, duygu ve düşünceleri dışlaştırmaya yönelir sürekli. Şiir belli bir dilde yazılsa da, o, yazılan dilin üstüne taşan, sözcüklerle sözcüklerin dans etmesi, sözcüklerin sözcüklere sürtünmesi, sözcüklerin sözcüklerle kaynaşmasıyla elde edilen söz sanatıdır. Şiir, bir yöreyi, bir ülkeyi, hatta Anadolu’nun küçük bir köyünü betimlese de, her zaman evrensel bir öz taşır: Çeviri yoluyla bu evrensel öz, o çevrilen dilde bazen kendine yeni bir yer oluşturur ve genişleyerek daha da zenginleşebilir. Aslında orijinali değildir söz konusu olan bu şiir. Fakat çeviren kişinin imgelem gücü de katılınca farklı bir örtüye bürünse de, çok daha zengin ve güçlü olabilir kimi zaman. Çeviri dünyasında yüzlerce örneğini görebiliriz bunun. Edebiyatın en zor çeviri türü şiir olmakla birlikte, az önce belirttiğim gibi çevirmenin gücüyle, çevrilen dildeki okuyucuya, o duyguyu, o coşkuyu yaşatabilir. Bu nedenlerle, olanakları kısıtlı da olsa şiir evrenseldir.

Yaktığın Coğrafya, Suskunluğu Su Rengi, Tay ve Ter kitaplarınızı ve henüz kitaplaşmamış şiirlerinizi dergilerde okuduğumda; sözcüklerin anlam yönünden kabuklarını kırıp, çok anlamlılıkta zenginleştiğini, bazı sözcüklerin ise törpülenip evcilleştirildiğini gördüm. Sözcükleri böyle kullanmanızın nedeni nedir?
Şiir dille beslenip dil içerisinde şekillenir. Şair şiirini sözcüklerle örerek meydana getirir. Şiirin yaratıcısı şair sözcükleri itina ile seçerken şiirin bütünlüğü bakımından iki amaç hedefler. Birincisi sözcüklerin anlamından yararlanarak şiiri zenginleştirmek ikincisi ise sözcüklerin tınısından yararlanarak bir ses uyumu meydana getmek... Şiirin düzeni, bütünlüğü, çok renkliliği ve çok sesli olması da bu uyuma bağlıdır. Düzyazı, cümlelerle anlam bulurken, şiir sözcüklerle anlamlanır. Şair bu anlamı zenginleştirip, özgürleştirmek mecburiyetindedir. Sözcükleri dediğiniz şekilde kullanma nedenim bunun içindir.

Emine Alıcı

Evrensel'i Takip Et