14 Şubat 2008 00:00

MERCEK


T. Erdoğan’ın Almanya’da, “anadilin önemi” üzerinde durarak “asimilasyonu bir insanlık suçu” olarak değerlendirmesi, anadillerin serbestliği, anadilde eğitim ve asimilasyon sorununa burjuva-şoven milliyetçi ve ilerici demokrat yaklaşım arasındaki farkı bir kez daha açıklıkla ortaya koydu. Erdoğan’ın açıklamalarına Türkiye ve Almanya’da, sermaye politikacıları ve emekçi örgütleri sözcülerinin gösterdikleri tepki de ‘doğal olarak’ farklıydı.
Erdoğan ve öteki Türk şoven milliyetçi politikacılarının açıklamalarıyla Alman hükümeti ve partileri adına yapılan açıklamalarda, anadilin öğrenilmesi, entegrasyon ve asimilasyon sorunu/sorunları, tarafların her biri açısından, kendi sermayelerinin çıkarlarına öncelik temelinde ele alınmakla birlikte burjuva ikiyüzlülüğü ve demokratik özgürlükler karşıtlığının da ifadesiydi. Alman başbakanı ve muhafazakar politikacıları, Erdoğan’ı “Almanya’da Türk paralel toplumu oluşturmaya çalışmak ve entegrasyona engel çıkarmak”la suçlarken, Erdoğan, “vatandaşlarımız önce kendi dillerini öğrenecek, sonra Almancayı”, diye, Türkiye’de bir kez daha tekrarlayarak, “Bir insanın yabancı bir dili öğrenebilmesi için öncelikle anadilini çok iyi konuşması gerekir” şeklinde, birçok dilbilimci, sosyolog, çeşitli diğer akademisyen ve politikacı tarafından dile getirilen görüşe yeniden atıfta bulundu ve asimilasyonun “insanlık suçu olduğunu” yeniden vurguladı.
Erdoğan’ın “Türkiye Hükümeti Başbakanı” sıfatıyla yaptığı açıklamalar birçok yönüyle tartışılabilir. Başbakan’ın açıklamaları, ilkin, dinci milliyetçiliğin Türk sermayesinin çıkarlarını Avrupa’da yaşayan ve “öteki dış Türkler” üzerinden “dışarı”ya taşıması ve “asimilasyona karşı çıkma” adına, çeşitli ülkelerdeki Türkiye kökenli emekçilerin, o ülkelerin yerli ve öteki uluslardan gelme emekçileriyle birlikte sermayeye karşı mücadelede birlikte olmaları; sosyal-iktisadi-kültürel hayat içinde ve emekçilerin ortak çıkarları ve değerleri temelinde kaynaşmalarını engelleme özelliği taşıyordu. Bu politika yeni değildi ve yinelenerek burjuvazi adına sürdürülüyordu. Tüm burjuva devletleri, partileri ve politikacıları açısından da ortak özellikler taşıyan bir politikaydı. Emekçi düşmanı, şovenist; “dini imanı olmayan sermaye” karşısında emekçilerin ulus, dil, dini inanç, mezhep ayrımı gözetmeksizin birleşme ve birlikte mücadele etmelerinin engeliydi.
Erdoğan’ın açıklamalarında dile gelen politika diğer yandan açık ve keskin bir ikiyüzlülük ifadesiydi. Kendi ülkesinde, kendi devletinin resmi kurumlarınca 15 milyon (çeşitli Türk ve Kürt kaynakları bunu 20 milyon olarak belirtiyorlar) civarındaki Kürtlere, anadillerinde eğitim hakkını tanıma, dil ve kültürleri üzerindeki baskıyı kaldırma, ulusal ayrımcı politikaya son vererek ulusal tam hak eşitliğini kabullenme bir yana, Kürtçenin serbestçe konuşulmasını bile polis ve savcı takibatlarıyla, yasaklar ve cezalarla engellemeyi sürdüren bir politika ve politikacının açmazı idi ortada olan. Başbakan’ın açıklamaları, 8-10 yaşındaki Kürt çocuklarının, “Kürtçe konuştukları”, “gerilla elbisesini andıran giysilerle tiyatro gösterisine çıktıkları” ve “Ey Raqib!” marşını söyledikleri için; ve Kürt gençlerinin Kürtçe serbestisi ve eğitim istedikleri için üniversite yöneticileri, polis ve savcılar tarafından soruşturmaya alınıp cezalandırılmaları gibi binlerce örnek tarafından, esasen çok belirgin tarzda cevaplanmış oluyordu. Almanya’da yaşayan “Türk kökenli vatandaşlar” için “Türk okulları” isteyen ve “Türkçe eğitim için öğretmen gönderebileceklerini” söyleyen Erdoğan’ın “kendi” ülkesinde yaşayan Kürt ulusundan insanların anadil ve kültür serbestisi gibi “masumane” talepleri, bölücülük ve ihanetle suçlanmalarının başlıca nedenleri olabilmişti ve hâlâ da böyle olmaya devam ediyor.
“Asimilasyon insanlık suçudur” diyen Başbakan’ın bu açıklaması, kendisi, partisi ve hükümetinin asimilasyon politikasını sürdürmesi nedeniyle olduğu gibi bir başka açıdan da sorunludur. Erdoğan “Türklerin Türk kalmaları”nı isterken, asimilasyonun her türünü aynileştirmektedir. Oysa, asimilasyonun zor yoluyla dayatılan ve baskı ve inkarla gerçekleştiren biçimleri olduğu gibi, insanlığın çağlar boyu ilerleyişi sırasında, baskıya dayalı olmadan, kendiliğinden ve doğal bir süreç içinde gerçekleşen biçimleri de vardır. Asimilasyon, belli ulus ve toplulukların kendi dilleri, kültürleri vs. tüm değerleriyle yaşam haklarının engellenmesi olarak, kesin biçimde bir insanlık suçudur! Öncesi bir yana bırakılırsa; kapitalizmin tarihi, özellikle de onun emperyalist aşamasının tarihi, sömürgecilik ve zora dayalı asimilasyonun burjuva politikasının temel özelliklerinden biri olarak öne çıkmasıyla da karakterize olmuştur. Baskı ve zora dayalı asimilasyoncu politika, uluslararası güvensizlik ve gerginlikleri artırmış; emekçilerin birbirleriyle dayanışma içinde ve aynı saflarda bir araya gelmeleri önündeki barikatlardan biri olma işlevi de görmüştür. Ancak, diğer yandan sermayenin uluslararası hareketi, kapitalizm koşullarında da sınırların aşılmasına, nüfus göçlerine ve bu göçler sonucu bir araya gelen insanların iktisadi-sosyal yaşam içinde ve ortak çıkarları temelinde kaynaşmalarına, süreç içinde ve ileri kültür birikiminin baskın olmasının kaçınılmaz olacağı ortak yeni bir kültür vs. üzerinden ‘asimile olmalarına’ yol açmaktadır.
Bunun içindir ki zor yoluyla gerçekleştirilen asimilasyon politikalarına karşı mücadele, insan soyu için aydınlık ve zengin bir dünyada birlikte ve barış içinde yaşama olanaklarının var edilmesine hizmet ederken, zora dayalı olmayıp yaşamın kendi akışı içinde gerçekleşen “asimile olma”nın önüne set çekme gayretleri, insan soyunu tarihsel ilerleyişinin aksi yönde geriye; ulusal, ırki vs. çelişkiler ve sınırlar içine çekmeye çalışmayı ifade eder. İşçi sınıfının ve emekçilerin çıkarları da zora dayalı birinci tür asimilasyonu reddetmeyi ve gönüllü ve doğal biçimde gerçekleşen ikinci tür kaynaşmadan yana olmayı gerektirir.
A. Cihan Soylu

Evrensel'i Takip Et