08 Nisan 2008 00:00

Albert Camus ‘okumak’ ve sahnelemek

Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın sahneye koyduğu Camus’nun Caligula adlı oyunu epey bir eleştirmen çevresince izlendi ve oyun hakkında bir şeyler yazıldı.

Paylaş

Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın sahneye koyduğu Camus’nun Caligula adlı oyunu epey bir eleştirmen çevresince izlendi ve oyun hakkında bir şeyler yazıldı. Anlayışı ile, en azından göstergeleri ve reji biçimiyle Türkiye tiyatrosu oyun koyma eylemlerinin genelinden hayli ayrılacak kadar modern bir sahneleme olduğu söylenebilir Ahmet Mümtaz Taylan’ın Caligula’sı için. Prodüksiyonun hafife alınamayacak kadar önemli sahne etmenlerini ve hacmini de unutmamak gerekir tabii ki. ‘Çebi’ler’, (Tayfun, Funda, Tolga) yaratıyı didik didik etmiş ve oyun ruhunun iyice kristalleşmesine katkıda bulunacak denli iyi işler çıkarmışlar. Özellikle 20.yüzyıl müziğinin aykırı ezgileri yaşadığımız kürenin tanıdık duygu ve düşüncelerinden oldukça yabancılıyor bizi. Ama dekor tasarımının ‘yayılmacılığı’ sahnede diğer etmenlere alan bırakmayarak notu biraz düşürüyor. Çünkü ışık tasarımının tüm bunların üzerine organik- kimyasal uyuşum gerçekleştirebildiğini söylemek mümkün değil. Belki de ışıklama için Ersen Tunççekiç’e yeterli alan bırakılmadı diye düşünüyor insan. Zaten kötü bir mimari ve akustiğe sahip salonun var olan ‘mükemmel derinliği’ bir dezavantaj yaratıyor. Yer yer yanlış oyunculukların da mevcut notu düşürmeyi tetiklediği oyunda, teknik olarak yere atılmış üstüpülerin göstergesel olarak anlaşılmasına karşın, sadece hareketsiz bir vitrin olarak kalışı da işlevselliği sakat bırakmış. Avrupa tiyatrosu sahnelemelerinin güncellemeleri ve eğer diyebileceksek ‘çağdaş tiyatro’ örneği bir sahneleme olduğunu temelde söylemek yine de mümkün.
Ahmet Mümtaz Taylan’ın koyduğu Caligula ile ilgili belki de üzerinde en çok düşünülesi ve yazılası şey dramaturgiye en temel ilham koridorunu açan Camus okumaları ve varoluşçuluk düşüncesidir. Kısa bir şekilde oyun öncesi röportaj ve oyun broşürü için kaleme aldığı yazıda söyledikleri temelinde konuşursak Taylan, ‘2008’ler dünyası ve Türkiyesi’nde varoluşçuluk’un bize ve sorunlarımıza cevaben herhangi bir etkisi söz konusu olamaz’ sözüne en başta hak vererek başlayabiliriz. Çünkü Sartre ve çevresinde dönen bu Public Relations’u güçlü moda akımın, dönemin dünya gençliği ve direnenlerine kısmen bayraklık ettiği gerçeğini bilmek gerekir. Bir nokta daha; A.Taylan, Türk tiyatrosunun maalesef sahneleme ve oyunculuk kutsal kitabı olan Freudian okumalardan uzak bir Camus okuması yapmakla başarılıdır. Çünkü Caligula karakteri ve vakası ile ilgili psikanalitik ele alış en yanlış okuma ve sahneleme olacaktır. İster tarihsel maddeci, ister varlık felsefesi ya da teolojik – metafiziksel alın hiçbirinde bilinçaltıcı bir sahneleme koyamazsınız. Bu anlamda ‘Caligula’ her şeyden önce genel yanlıştan uzak durularak sahnelenmiştir. Ancak reeldeki sahnelemeye baktığımızda Taylan’ın yaptığı final, metnin seçilme nedenini ortaya koyar nitelikte olduğunu gösteriyor. Proletaria’ nın (Roma’daki anlamı köle sınıfı) Caligula’nın vazgeçmek bilmediği saplantısı ve tutkusu Ay’a ulaşmayı gerçekleştirmesinde Camus’nun temennisi yoksa da yönetmenin olduğunu söyleyebiliriz. Elbette yönetmenler böyle bir hakka sahipler ve diyeceklerini spotlaştırarak ya da başka biçimde bildirme gibi bir eylemi en iyi yönetmenler dahi yapabilir; buraya kadar tamam. Yani tüm müstebitlere, felaketlere ve pandora kutularına rağmen iyi bir dünya temennisi varoluşçuluk’un içinden de söylenebilir. Nitekim Camus ‘Hayatın anlamsızlığına rağmen intiharı da bir başka anlamsızlık olarak görmüştür. Bir Beckett nihilizmi görmek mümkün değildir onda.’ Bu anlamda felsefi olarak bir boşluk yaratan Camus’un dünyası ‘hayır bu oyun illa da varoluşçu konmalıdır’ gibi bir eleştiriyi de hak etmez. Çünkü ne Sartre, ne de Camus oyunlarının teatral bir biçim yaratmadığı da bilinen bir gerçektir kuramsal olarak. Bunun için söz budanması da bir eleştiri olarak yapılmamalıdır. Ama bir ihtimal dışında: Eğer Caligula’yı ontolojik olarak ele alırsak elbette bu oyunun bu şekilde sahnelenmesine itiraz edilebilir. Varlığın ‘dünyada bulunmaklığı’ ve ilerlediği tüm süreçlerin Caligula’yı ne denli etkilediği ile ilgilidir. Bu süreçlerin de hiç şüphesiz bunun felsefi olarak tartışılmasını getirecektir. Yani esas işimizin Sisyphos efsanesindeki kaderine razı olmayı sahiplenme ile kazanılacak bir ‘var olma’ dan çok cezanın her bir sürecinin başka bir hal ve ‘varlık’ın bizatihi kendisini tayin ettiği hakikati olmalıdır. Bizim Camus’ya dair bildiklerimizin en önemlisi onun edebi ustaları (Sade, Kafka, Proust, Dostoyevski) filozof saymasıdır.
Camus’nun genelde tüm yapıtları özelde ise Caligula’yı ayrıcalıklı kılan yazıldığı dönemdir. Yazarın 40’larda yazdığı eserler ortak bir özellik içerir; dönemin ruhunu geçmişe referanslar vererek anlatmak... Caligula bunun en somut göstergesidir. Çünkü Camus’nun Caligulayı yazdığı dönem, tüm bilimlerde bir sıçrama (bir daha geri dönülemeyecek şekilde) yaşandığı bir dönemdir. Özellikle de sosyal bilimler alanı “insan”ı fen bilimlerinin yöntemlerine başvurarak yeni yeni anlatmaya başlamış, toplum kuramları alabildiğine çoğalmış ve öznesi de nesnesi de insan olan bir bilim tüm dünyaya hakim olmuştur. Habermas’ın Scientism (bilimcilik) diye açıkladığı bu dönemde bilimin hayata dair her şeyi anlatabilecek kadar büyük olduğu düşüncesi adeta çağa yayılmıştır. İşte böyle bir dönemde Camus’nun Caligula gibi iktidar temelli bir oyun yazması tesadüf değildir şüphesiz. Bilimin Caligula olarak solunduğu bir dönemde Camus, Roma’ya dönmeyi tercih etmiştir; iktidarın en somut biçimine yani. Modernite’nin insanlara birer lütuf olarak bağışladığı tüm kavramlar (iktidar, siyaset, güç, otorite, toplum) ve dikotomiler Camus’nun yapıtlarında ters-yüz edilir. Bu yapıtların en temelinde duran, insanı insanın anlattığı çağın saçmalığını vurgulamak ve bu saçmalığın türediği yerin kozalite (nedensellik) olduğu düşüncesini anlatmaktır.
Tüm bu söylediklerimize karşılık ‘kötülüğe karşı iyi bir devran’ ideali ya da temennisi için belki de ‘haddimizi aşan’ bir söylemle felsefi- ideolojik bir yapıttan hareket etmek yerine Macbeth, Kreon, Titus Andronicus gibi öznesi sadece muktedirler olan yapıt veya hikayeleri sahneye taşımak daha isabetli olacaktır. Hele günümüzün sınırlar ötesi tecavüzleri, şiddet,vahşet, tehdit gibi kabuslarımızı elbette sorgulamak gerekiyorsa. Çünkü Caligula “Hala yaşıyorum” der finalinde oyunun. Evet tabii ki yaşıyorlar ve belki de eğrile büğrüle varlığın evreninde olmaya da devam edecekler ne yazık ki. Ama onların dayatmaları, buyrukları, maskeli veya maskesiz sırıtışları, korku ve dehşet saçışlarına muhakkak ki mukavemet edilecektir. Çünkü sınırsız iktidarın ve de hükümranlığın ebedi varlığı nereden bakarsak bakalım imkansızdır.
Eskişehir halkına iyi seyirler dileğiyle.
Ani Ceylan Hazinedar - Onur Cebe
ÖNCEKİ HABER

Diyarbakırlılar Çankaya’ya çıkıyor

SONRAKİ HABER

Kendi kendimizi eğittik

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...