26 Ekim 2008 00:00

Her şehrin bir sesi vardır. Her şehrin rengi, kokusu, havası, ağırlığının yanında bir de sesi vardır. Otogarda o şehri terk ederken akılda kalan, ilk ayak bastığında kulaklarını dolduran o sesi duyduğunda, o şehri çağrıştıran bir tını, belki bir gürültü, belki bir fısıltı…
Bu ses, İstanbul’da martı sesidir belki, trafik ve insan kalabalığıyla karışan. Bu ses, Karadeniz’de orman sesidir, dalgalarıyla buluşan. İç Anadolu’da çoraklığın sesidir, kurak toprağa makinenin değerken çıkarttığı bir ses.
Ankara’da; gri renkli, kamu binalarının az önce temizlenmesine rağmen hep içten kirli kaldığı için temizlenemeyen kokusu, bürokratik havası ve bir devletin başkentliğinin ağırlığının yanında başka bir sesi var. Açık kalmış bir televizyon ekranından etrafa yayılan çoook bürokratik, politik kişilerin ülkenin son durumu üzerine yaptığı açıklamalar, beyanlar, değerlendirmeler, çözüm önerilerini sunarkenki Ankara’nın resmi, insana yer bırakmayacak, insanın anlamayacağı kadar resmi bir tondaki ses, Ankara’nın sesi…
Ve hiçbir sesin bir şehirde bu kadar baskın olmadığı bir başka ses var, başka bir şehirde. Uçak sesi. Savaş uçağı sesi. Bu ses öyle bir ses ki, sokakta yürürken yanı başındaki arkadaşının hevesle anlattığı bir anıyı duymana izin vermeyen...
Televizyonda haberleri izlerken, sunucuyu aslında dilsizmiş de o uçaklar her şeyi açıklıyormuş gibi bir ses…
Sınıfta ders anlatılırken, öğretmenin matematik, Türkçe ya da fen üzerine söylediklerinin hepsini boşa çıkaran bir ses…
Zorla uyutulan bebeği, uykudan uyandırıp korkup ağlamasına yol açacak kadar bütün çabaları bir anda silen bir ses.
En heyecanlı yerindeyken ilişkinin, belki elini tutmak üzereyken sevgilinin, ya da bütün kalabalığa inat tek başına manzarasını izlemek isterken şehrin, ya da o anda en güzel günlere olan o uzak hayalin çok depreştiğini hissettin…
Pilotun yüz ifadesi, kalkışta aldığı hız, rotası, fiti, yüksekliği, her şeyi ama her şeyi… Her şeyi ama her şeyi bitiren, durduran, bastıran, boşa çıkaran bir gürültüde bir ses…
Bu şehir Diyarbakır. Kimi mahallelerinde az, kiminde çok; çocukların bağırışları, kadınların havarları, erkeklerin tartışmaları arasından yükselen bir ses. Her gün... Günde bilmem kaç kere... Bu yazı yazılırken bile kaç kere…
Ezan okunurken susup dinlenmelidir ya: imamın cemaati ibadete çağırışı; işte öyle bir ses. İşi gücü bırakıp savaşı düşünüyor insan. En önemlisinden en sıradanına bütün hayatların o birkaç saniyelik ama aslında bir travmaya yol açmaya müsait o saniyelerde düşünüyor bütün Diyarbakır.
Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri adlı kitabında sömürge ülkelerin insanlarının algılarını, algılayışını çözümlerken, sömürgeci ülkenin bayrağını, dilini uyarıcı etkisine dikkat çekiyor. Savaş uçakları gürültüsü Diyarbakırlıların kulaklarından beynine zorla bu etkiyi uyguluyor. Diyarbakırlıların bir an olsun geleceğe umutla bakmasına şans tanımıyor.
Binbir zorlukla bir şeyleri rayına oturtmaya çalışan herkes için günde en az on kere “Her şey daha kötü olacak” denmesi gibi…
Evi tertemiz yapmaya uğraşırken, birinin sürekli çamurlu ayaklarıyla evde koşturması ve o ayakları durduramamak gibi.
O uçağı durduramamak gibi…
Ancak başını gökyüzüne kaldırıp masmavi gökyüzünün enginliğinde, bulutların arasında uçağı arayabilmek. Şehrin bütün sesi kesilir, uçak sesi dağılırken her yere, bulmak o uçağı ve takip etmek. O uğultu çoğalır, uçak gider, uğultu artar, uçak uzaklaşır, uğultu gider, uçak gider, uçak gözden kaybolana kadar uğultu damarlardan, beyninden, kalbinden gidene kadar; düşünceler bitene kadar…
Uçak kaybolur, ses uzaklaşır… Öğretmen dersine devam eder, anne bebeğini sakinleştirir, haber spikerinin, anılarını anlatan arkadaşının, ezanın sesi duyulur.
Ve arkasından bir uçak daha havalanır…
Yeniden yeniden…

***

Her şehrin bir de duymak istediği sesler vardır. Diyarbakır da bu hareketli günlerinde bir şeyler duymak istiyor. PKK’nin saldırıları ile sokaklar, gerillalardan oluşan müzik grubu Awaze Çiya’nın şarkılarıyla dolarken, savaşın biteceği haberini duymak istiyor mesela. Haberlerde, ölenlerin sayısını değil çözüme dair tartışmaların yapıldığını duymak istiyor. Bir tek kişinin, çözümsüzlükle başlamıyorsa lafı, iki gözünü kulağını dikkat kesiyor kocaman bir umutla, ancak bu sadece başlangıç ile sınırlı kalıyor. Devlet politikasının tartışıldığı gazeteleri, bunları tartışan insanları sahiplenmek istiyor. Hülya Avşar’ın, ‘Terörü bir şehitle, bir teröristin annesi halledecek’ sözlerini, seçtiği kelimelerden dolayı buruk ama çözüme doğru bir yol gösterdiği için kabul ediyor. Ankara’dan, siyasilerin ağızlarından bir kez olsun kardeşliğe, barışa dair bir tek laf çıksın istiyor. Ama Diyarbakırlılar her seferinde, kulaklarını sağır eden o savaş uçaklarının uzaklığında, onları durduramamanın çaresizliğine ve daha çok ümitsizliğine düşüyor.
Bir insan, bir konuda umudunun hep aynı noktadan kırılmasına ne kadar dayanabilir? Her seferinde kendini terk eden bir insana daha ne kadar süre ‘gel’ diyebilir? Ellerinden kayıp giden umutlarını daha ne kadar koruyabilir?

***

Yerel seçimler, birçok güç açısından büyük önemini koruyarak yaklaşıyor. Genelkurmay sert tavrında ısrar ediyor. Savaş derinleşiyor. Taşlar her geçen ve gelen yeni günde örülüyor. Bu örülenden nasıl bir yol çıkacağı; bir halkın önüne taşlarla dolu bir yol mu, yoksa kardeşliğe götüren bir yol mu çizileceği, yürekler ağızda izleniyor. Ve savaş uçakları, nasıl ömre bedel saniyelerle hayatlarını durdurabiliyorsa Diyarbakırlıların, onlar da hayatı asıl durduracakları noktayı gösteriyorlar; tüm Diyarbakır’ı şaşırtacak şekilde. Öcalan’a yönelik fiziki şiddet iddiaları ve Erdoğan’ın şehre gelişi nedeniyle, Diyarbakır’da hayat durdu! İşyerleri, okulları, resmi kurumları ile her yer kapandı. Sokakları, caddeleri, mahallelerinde yaşam kilitlendi. Çok olay yaşayan, çok saldırı ile karşılaşan halk, yakın zamanda ilk kez, çalışması yürütülmemiş olmasına rağmen örgütlü, başka olaylarda görülmediği kadar yaygın ve hayatı durduracak kadar etkili bir eylemi gerçekleştirdi.
Diyarbakır’da ise ertesi gün iki şey yaşandı. Biri; Erdoğan’ın çöplerin kendisi için toplanmadığını ‘anlamayarak’, DTP’li belediyeye laf etmesi esprileri türetildi. Ve ertesi gün, dün hayat durmamış gibi kaldığı yerden devam etti her şey. Birliğin verdiği güven, olayların varabileceği yerin verdiği tedirginlik, çözüme yaklaşmışlık hisleri, çözümün aciliyetinin verdiği kaygılar, beklentiler, beklentilerin karşılanmamasından dolayı rafa kaldırılan ümitler, o ümitler yerine bağlanılan başka ümitler, artık tartışılamayacak boyuta gelmesi bazı önerilerin ve çok tartışmak bazı konuları… Kulakları hiç istemediği savaş sesleriyle doldurulan Diyarbakırlılar ise hep başka sesler duymak istiyor. Kulaklarını dikkat kestiği, gözleriyle etrafı kolaçan edip didik didik aradığı ve bulamadıkça yakındığı bir ses… Denizsizlikte dalga sesi, kentin yüksek binaları arasında kuş sesi, imkansızlıkta sanatın sesi… Yani herkes, olmayana özlem ve istek duyuyor. Denize duyulan özlem ne kadar büyükse ve ölüm kalım meselesi değilse, tam da bir ölüm kalım meselesi; Diyarbakır’da o istenen sesi duymak…
Diyarbakırlı bu sesi bugün, aydınlardan bekliyor(du). Çünkü aydınlara artık eskisi gibi de inanmıyor. Buna rağmen ‘Barış Meclisi, Yaşar Kemal, Vedat Türkali, bir aydın, bir sanatçı yaaaa, niye ses çıkarmıyor?’ demekten de kendini alamıyor. Aydınına, sanatçısına bu kadar değer veren bir halk, bir yol örülürken parke parke, bekliyor ki aydınlar da açsın bir yol. Çözüme dair bütün ümitler yok olmadan. Savaş bu kadar derinleşmiş, her yer bu kadar karanlıkken ve savaş uçakları, tüm iyi niyetli sesleri bastırırken, yine de her şeye rağmen, savaş uçakları nasıl her gün an’ı düşündürüyorsa, başka sesler, başka şeyleri düşündürsün istiyor.
Evet, inanıyordu ve buna uygun pozisyon almayı da bildi daima. Ancak defalarca tekrarlanan ve çözümsüzlükte ısrar eden güçlerin ekmeğine yağ sürmenin dışında bir anlam ifade etmeyen kimi çıkışlara da artık güvenemiyor. Saygı duysalar bile kimi noktalarda aydınların yeterli olmadığını; devletin, devleti toplum üstü gören anlayışına karşı seslerini daha gür çıkartmadıklarına inanıyorlar. Bir çağrının ötesine geçen açılımlarıyla…
Diyarbakır’ın üzerinden o savaş uçakları her gün geçip, hep hatırlatıyor ‘bir şeyleri’. Uçaklar; İstanbul’dan, Ankara’dan geçip de aydınların kulağına ulaşmıyor. Ama Diyarbakırlılar, aydınların kulağına; ‘O uçaklar yakında, o kadar uzağa değil şehrimize, bizim tepemize yağdırsa da bombaları…’ diye fısıldıyor!..
Müge Tuzcuoğlu

Evrensel'i Takip Et