23 Ağustos 2009 00:00

MİNERVANIN BAYKUŞU


Nil Karaibrahimgil bir radyo programında, Neşet Ertaş’ı dinleyip dinlemediği sorusuna “Tanımıyorum” diye cevap verince çok tepki aldı. Nasıl olur da yeni yetme bir şarkıcı, halk müziğinin duayenini tanımazdı. Nil, üstüne gidildikçe bu kez “Ne var yani, herkesi tanımak zorunda mıyım? Neşet Ertaş da benim sayemde tanınmış oldu” gibi, müzikle uğraşan biri için abuk subuk sayılabilecek bir yanıt vererek, iyice çuvalladı. Gafı boyunu aşıp tepkiler çoğalınca Nil, Ertaş’a bir mektup yazıp özür dilemek zorunda kaldı ve sonra da Kral FM’de Ertaş’la konuştu. Ertaş’ın “Bu konuyu uzatmayın” diye gösterdiği olgunluğa karşın tartışma devam etti gitti.
Aslında Nil’in Neşet Ertaş’ı tanımaması doğal. Popülerliğini medyaya borçlu olmayan bu halk müziği sanatçısını ne Televolelerde görmek mümkün, ne de şov programlarında. Oysa günümüzün gençlerinin önemli bir kesiminin “ünlü”leri tanıyabileceği platform, işsiz güçsüzlerden ünlü, sabun köpüğünden sanat yaratan bu programlar. Sözüm ona ünlüler de birbirlerini ancak magazin kameralarına yakalandıkları Reinalardan filan biliyorlar. Orada karşılaşmadığı birini Nil nasıl tanısın?
Dönüp dolaşıp Nil’in durumunu 12 Eylül cuntasının yarattığı toplum yapısı ve genç profiliyle açıklayacağız ama çok da haksız sayılmayız. Bir zamanların herhangi bir konuyu “Bilmiyorum, tanımıyorum” demekten utanan, kendisini memleket yönetecek kadar donanımlı ve iddialı hisseden gençleri, cuntadan sonra artık hata yaptıkça, az bildikçe, bilgisizliğini mazeret olarak kullanmayı becerdikçe, göze giren bir kitleye dönüştü. Kendisini her şeyi bilmek zorunda hissedenler, şimdi “Bilmek zorunda mıyım?” sularında. Bir genç çuvalladıkça, hata yaptıkça, saçmaladıkça makbul.
Bugün hâlâ travmanın sonuçlarını çekiyoruz.
Etrafta beceriksizliklerine ve cahilliklerine, toyluklarını özür olarak ileri süren; kendilerine ait toplumsal yerin, toylukları ölçüsünde küçültülmesine rıza gösteren bir kitle var. Bilmiyorum, tanımıyorum, takmıyorum demek ya da ancak bilmeleri istenen şeyleri bilmekle yetinmek, şimdi bir erdem. Medya da bu yangının üstüne sürekli körükle gidiyor zaten.
Bugün magazin programlarının hem konusu hem de izleyicisi olanlar için hafifliği sermayesi haline gelmiş kişilerin birbirinin yanında görünmesi, ün kazanmak için yeterli. Bu sermaye o kadar kolay harcanabilen bir sermaye ki, kendisini yeniden üretebilmesi için ünlü olmak isteyen birinin başka birinin yanında görünmesi, başka birinin onun adını anması ya da onunla dalaşması gerekiyor. Buna da reklam diyorlar.
30 küsur yaşında hâlâ fırfırlı çocuk elbiseleri giyen, şımarık çocuk sesi çıkaran ve de bu haliyle hem hiç büyümeyen hem de büyümeye özenen kız çocuğu kıvamında dolanan şarkıcı kızımız da, böyle bir kültürel iklimden beslendiği için içine düştüğü durumdan kurtulmak için kendi ortamının şablonlarına sarılmasının yeteceğini sanıyor. Neşet Ertaş onun sayesinde tanınmışmış da; yani daha ne istiyormuş, Nil’in adıyla reklam yapmışmış da...
Nil’e tepki gösterenler, işte bu şablonların doğruluğundan emin, kendinden de bu kadar memnun olma haline dayanamıyor. Bu tartışmanın alt metninde böyle bir genç olma haline gösterilmiş sağduyulu bir tepki var.
Yoksa Nil, Neşet Ertaş’ı tanıyormuş, tanımıyormuş kim takar?.. Gerçekten de kimsenin kimseyi tanıması da şart değil; sadece, eğer şarkıcıysan, bu ülkenin bir müzik duayenini tanıman beklenir. Biraz üstüne gidilince “Daha benim yaşım kaç başım kaç, benim için ekstra larç” dersen de, “O senin dediğin şey şarkı canım” denir.
Ey özgürlük!

Nedir o hastalığın adı, unuttum şimdi; mecazları anlayamamak, sözcükleri sadece gerçek anlamlarıyla anlama hastalığı. Başım dönüyor derseniz hasta kişi başınızın sahiden fır fır dönüyor olduğunu sanır, kalbim kırıldı derseniz kalbinizin de hakikaten çat diye kırıldığını... Zülfü Livaneli, Vodafone’a sözleri Eluard’a ait o ünlü şarkısı Ey Özgürlük'ü satınca, kendisine kızanlara “Şarkı bir yere gitmiyor ya, şarkıların sokaklara taşmasını, meydanlarda çalınmasını istemez miyiz? Bugün meydan televizyondur” mealinde bir yanıt vermiş. Bu milleti o şarkının yapıldığı onca seneden sonra, mecazdan anlamaz hasta yerine koyuyor belli ki. Ey Zülfü Livaneli, biz sokak ve meydan dedikse senin dediğini kastetmedik. Meydan diye, senin de o sözleri bestelediğin zaman düşündüğün gibi, özgürlük için verilen mücadelenin yerini ve özgürlüğün kutlandığı mekanı kastetmiştik; bir reklam cıngılı olarak televizyon meydanında dönsün diye değil. İnsanların onar yüzer hapislere tıkıldığı o zamanlarda, herkesin özgürce gezindiği sokakları istemiştik; hâlâ istemeye devam ediyoruz. “Ey Özgürlük” şarkısı Ada albümünün bir parçası olarak çıktığında, o talebimize tercüman olmuştu.
Sanatçıların, yaptıkları eserin sadece kendilerine ait olduğunu, bir şarkıyla dokundukları duygularla bu kadar kolay oynayabileceklerini ve sonra şarkıyı üç otuz kuruşa satıp o duyguların üzerine kat üstüne kat çıkabileceklerini düşünebilmeleri ne tuhaf!
Eluard’ın sözlerini yeniden besteleyecek biri çıkar bu topraklardan elbette.
NURAY SANCAR

Evrensel'i Takip Et