6 Ekim 2009 00:00

BAŞYAZI


Engin Ceber’in öldürülmesi davasında, her adımda yeni belgeler ve bilgiler ortaya çıkıyor.
Ceber davasında, gözaltı kamera kayıtlarıyla ilgili yeni bulgular, karakolda bir skandala varan biçimde kayıtların silindiğini gösteriyor. Daha önce gündeme gelen kayıtlardaki silinmiş bölümlerin, emniyetin iddiasının tersine, teknik yanlışlık sonucu değil, sonradan ve kasten yapıldığı ortaya çıkan yeni belgelerle (Kayıp kayıt bölümlerin bulunmasıyla) kanıtlanmış bulunuyor.
Bu yeni kayıtlarda gözaltına alınan Ceber ve iki arkadaşına gözaltında “kötü muamele” yapıldığı, kıyasıya dövüldükleri de görülüyor.
Ceber Davası polisin bu tür kanıt yok etme olaylarıyla gündeme geldiği ilk dava değil. Elbette polis ve asayiş sorunu ilişkisi sadece gözaltında yasa dışı bir biçime de bürünmüyor. Polisin, vatandaşı “darp etmesi”, hatta ölümle sonuçlanan vakaların tarafı olması nadiren rastlanan şeyler değildir. Tersine gazetelerde, TV haberlerinde, hemen her gün, polisin yasa dışı uygulamalarının yol açtığı olayların haberleri yer alıyor. Örneğin gazetemizde bugün yer alan olaylar bile polisin yetkilerini nasıl kötüye kullandığını açık bir biçimde gösterdiği gibi, artık pervasızlıkta sınır tanımadığını da gösteriyor.
Oysa, yasalara göre “asayişi sağlama”, yani yasaları çiğneyenleri yakalama ve bunları yargı makamlarına teslim etme görevi kentlerde polise verilmiştir.
Peki, polis görevi sırasında yasalara aykırı davranıyorsa, onu yakalamak ve yargıya teslim etme görevi kime aittir?
Yürürlükteki yasalara göre o da polise aittir. Belki yine yasalara göre, işin içine savcılar da girer ve burada polis örgütünün keyfine kalmaz denebilirse de; polislerin soruşturulması ve yargılanabilmesi için idarenin izni gerekmektedir. Yani, suç işleyen polisin bağlı olduğu üst makamın izni olmadan hakkında suç duyurusu yapılan bir emniyet görevlisinin sorgulanması ve yargılanması olanaklı değildir. (Hrant Dink davasında bunun çeşitli örneklerini yaşıyoruz.)
Diyelim ki, bu prosedür aşıldı; üst makamlar da o görevlinin yargılanmasına izin verdi. Ama bu sefer de polisin ifadeye getirilmesi olanaklı olamamaktadır. Çünkü, mahkemenin çağrısına uymayan kişinin mahkemeye zorla getirilmesi işi polisin yetkisindedir. Ve pek çok davada da görüldüğü gibi, “meslek dayanışması”ndan başlayan bir sürü nedenle polis polisi mahkemeye getirmemektedir. Öyle ki, görev yeri belli, devletten maaş alan polis, bulunup kendisine tebligat yapılmamakta, mahkemeler sırf bu yüzden yıllarca uzayabilmektedir. Polisin bu tavrına, savcıların ve mahkemelerin toleransı eklendiğinde, polislerin taraf olduğu davaların çok büyük çoğunluğu zaman aşımına uğratılmaktadır. Pek çok davada olduğu gibi, Engin Ceber davasında da şimdiden bu taktik uygulanmaya başlanmıştır!
Şöyle günlük basını izlemek bile bu söylenenlerin “varsayım” değil , gerçekte her gün ülkenin şurasında burasında yaşanan olaylar olduğunu göstermektedir.
Evet işkence, siyasi olaylarda taraflı davranma, gözaltında öldürme gibi olaylarla “Türk polisi!”nin ünü dünya çapındadır. Ama sadece siyasi değil adli vakalarda da ya da sıradan bir tartışma sonrasında bile vatandaş, polis şiddetiyle karşı karşıya kalmaktadır. Üstelik bu çok yaygın bir durumdur! Bu yüzden de özgürlükler sorununu tartışırken; “dokunulmazlığın” sadece vekillerle sınırlı olduğu düşünülmemelidir. Tersine devletin özellikle “özel görevli” memurlarının da ciddi bir biçimde korunduğu unutulmamalıdır. Özellikle de polisin, yakalama ve mahkemeye çıkarma mekanizmasını aktif tarafı olarak yargılanmasının önündeki engellerin kaldırılması ve özgürlüklerin polis karşısında korunmasına önem verilmesi demokrasi mücadelesinin önemli bir bileşenini oluşturmak durumundadır.
Özellikle polisin taraf olduğu davalarda, davaların bu yanıyla da dikkate alınması gerçeklerin açığa çıkması bakımından son derece önemli olacaktır.
İHSAN ÇARALAN

Evrensel'i Takip Et