19 Ocak 2005 22:00

'Bitmeyen bir yol hikâyesi'

Alman edebiyat çevrelerinde en dikkat çeken Türkiye kökenli yazarlardan biri olan Emine Sevgi Özdamar, Berlin ve Paris'te Brecht'in öğrencileriyle birlikte uzun yıllar tiyatroyla uğraştıktan sonra 1982'de ilk tiyatro oyunu 'Karagöz in Alemania'yı yazdı. Özdamar'ın üç tiyatro oyunu, iki hikâyesi ve üç romanı bulunuyor. Berlin'de yaşayan yazarla, yaşam öyküsü, yazdıkları ve göç süreci üzerine görüştük.

Paylaş
İsterseniz Almanya'ya ilk geliş hikâyenizle başlayalım... Almanya'ya ilk defa 1965 yılında geldim. Ama çalışmak için değil, tiyatro hayalim yüzünden. 12 yaşında Bursa Şehir Tiyatrosu'nda tiyatroya başladım. O zaman kendi kendime yemin etmiştim, "ben tiyatrocu olacağım" diye. 1965'te Berlin'e gelip, şimdi adını bile hatırlamadığım bir fabrikada çalıştım. Pek iyi bir işçi olduğumu sanmıyorum, çünkü tiyatro, müzik kafamı daha çok meşgul ediyordu. İki yıl sonra, tekrar İstanbul'a dönüp tiyatro okumaya başladım.

Peki sizi 1976'da yeniden Almanya'ya getiren neydi? Tabi askeri cunta döneminde her şey duruyor. Mavi olan deniz siyah oluyor, işler, sevgiler... Sanki kara bir kuyunun içindelermiş gibi geliyor. Her gün kendi kuşağımızın insanları öldürülüyor, hapislere sokuluyor... Sonuçta Türkçe konuşmaktan yorulmaya başladım. Çünkü o dönem kelime demek, ölüm demekti. 'Yabancı bir ülkede insan kendi anadilini kaybeder' denir; ama öyle dönemler vardır ki, kendi ülkenizde de kendi anadilinizi kaybedersiniz. İşte bu dönemde, Almanya'dan gelirken yanımda getirdiğim Bertolt Brecht'in plakları bana çok yardımcı oldu. Bu plakları her gün dinlerdim; 'Büyük büyük kalmaz, küçük küçük kalmaz, gece 12 saattir ama sonra gün gelir'... O dönem çevremdeki arkadaşlarım gibi benim de en büyük hayalim Brecht'in bir talebesiyle çalışmaktı. Herkes bundan bahsederdi, 'gitsek Brecht'in tiyatrosunda çalışsak...' İşte bu rüya çıkardı beni o derin kuyudan. Zürih'te mektuplaştığım bir arkadaşım aracılığıyla, Brecht'in öğrencisi Benno Besson'la ilişki kurdum. Elimde bir tavsiye mektubuyla, Doğu Berlin'de Volksbühne'nin direktörlüğünü yapan Besson'a gittim. Yıllar sonra Almanca bir cümle söyledim; 'Bay Besson, sizden Brecht tiyatrosu öğrenmeye geldim'. Kalın kaşlarını kaldırıp bir süre yüzüme baktı ve 'hoş geldin' dedi.

Almanya'ya kesin yerleşme kararını nasıl verdiniz? Baş asistan ve dramaturg olarak çalıştığım Volksbühne'de Besson'la iki yıl süren verimli bir dönem geçirdim. Besson, Berlin'den ayrılıp Paris'e giderken beni de yanına çağırdı. Yani tiyatroda sürekli olarak çalışabilmem tuttu beni burada; eğer rüyam gerçekleşmeseydi dönerdim diye düşünüyorum. O dönem sinemacı Godard'ın bir sözü çok yardımcı oldu bana; 'insan babavatanına ihanet etmelidir, başka bir yere gitmelidir ki, aynı zamanda iki yerde birden olabilsin'. Benim hayatımda da Paris, Berlin ve İstanbul gibi üç yeri birden yaşamak durumu ortaya çıktı.

Yazarlığa geçiş nasıl oldu? O dönem Bochum'da yine Brecht'in öğrencisi Matthias Langhoff'la çalışıyordum ve elime bir mektup geçti. Mektubu yazan adamcağız, uzun yıllar önce Türkiye'den gelip burada işçi olan biri. Sonra solcu oluyor, fabrika önlerinde bildiri dağıtıyor ve bu yüzden Türk faşistlerinden dayak yiyip yüzünün yarısı felç oluyor. Bu kişiyi ben hiç tanımadım, bir arkadaşım, onun yazdığı mektubu verdi ve 'Kendisi Türkiye'ye döndü, bu mektubu bıraktı, belki sen bundan bir şey çıkarırsın.' dedi. 8 sayfalık bu mektup daktiloyla ve kağıdın her tarafı doldurularak, arkalı önlü yazılmıştı. Ve şu başlığı taşıyordu: "Halkıma ve ilgilenenlere". Çok bozuk bir Türkçesi vardı ama mutlaka anlaşılmak, ciddiye alınmak istiyordu. Almanya hakkında hiçbir kötü söz etmiyordu. Esas problemi Türkiye ile, karısıylaydı. Karısı ne Almanya'da ne Türkiye'de, bir geliyor bir gidiyor. Her gidişinde de hamile. Mektup aslında üç bin kilometrenin hikâyesidir. 'Ben bu adama, hayatının bir roman olduğunu ispat edeceğim, onu sevindireceğim' dedim ve tiyatro direktörü Klaus Peymann'la konuştum. O da bana, "Biz de senden bir oyun bekliyoruz" dedi. Ve böylece "Karagöz in Alamania" oyunu ortaya çıktı. Bitmeyen bir seyahatin dadaist hikâyesi. Bu oyunu 1982'de yazdım, Almanca...

Neden Almanca yazdınız? İlk yazdığım oyun "Karagöz in Alamania", Bochum Tiyarosu'nda oynanmak üzere yazılmıştı. Almanca, çok canlı bir dil, dramaturji var, ritm var, müzik var, felsefe var. Tiyatro dünyası içinde tanıdım ve sevdim bu dili. Belki de rüyamı gerçekleştirdiğim için sevdim. Günlük hayatın her tarafında Almanca vardı, aşkı, kızmayı, gülmeyi Almanca aracılığıyla yaşıyordum. Pencereyi açınca dışardan "simitçiii" diye bağıran biri geçmiyordu, Alman sesleri vardı çevremde. Aslında, kitaplarımdaki dil ne Türkçe ne Almanca, romanlardaki figürlerin dilidir.

Bütün eserlerinizi göz önüne aldığımızda, vermek istediğiniz ortak bir mesaj veya kaygıdan söz edebilir miyiz? - Hikâyelere humor katmak. İnsanlar gülerken anlatılmak istenini de hemen yakalar çünkü. Üç romanım da birbiriyle ilgilidir, triloji sayılır. Birincisi anne karnında başlar ve çocuk gözünden bir ailenin romanıdır, 40'lı 50'lili yılların Türkiyesi. İkinci roman Almanya'ya gelen ve talebe hareketine katılan genç bir kızın romanı. Üçüncüsü genç bir kadın ve duvarlı Berlin'i anlatır. Bir hikâyenin sonu gelince artık masala dönüşür. İşte sonuna gelmiş üç dönemi anlatmak, 'bakın böyle de yaşandı' demek istedim romanlarımda.

Alman edebiyatında sizi en çok etkileyip iz bırakan yazar veya eserler? Heinrich Böll. Onun 'Ve O Hiçbir Şey Demedi' romanını daha Türkiye'deyken okumuş ve çok sevmiştim. Almanya'yı onun gözüyle tanımış ve acıyarak bakmıştım. Wolfgang Bochert'in 'Kapıların Dışında'sı, Brecht, Büchner, Kleist. Benim göçü kabul etmemde Alman tiyatrosunun büyük rolü oldu. Büchner'in, Klesit'in kahramanlarına Almanya'da artık sadece tiyatrolarda figür olarak rastlarsınız, ama Türkiye'de bu figürleri sokakta görürsünüz. Tiyatro olmasaydı, Almanya'nın hikâyesi, yüzü benim için yok gibiydi.

Göç süreci ilerledikçe, edebiyattan sinemaya Almanya'daki kültür sanat sahnesindeki Türkiye kökenlilerin sayısı da giderek artıyor. Gelinen yeri nasıl değerlendiriyorsunuz? Doğal bir gelişme. Birinci kuşak geldi madenlerde, fabrikalarda çalıştı ve memleket özlemi ile yaşadı. Sonrakiler bakkal, kebap salonu vb. açtılar. Şimdi doğup yetişen gençlerin bir bölümü de kültür sanatla uğraşıyor.

Peki Alman edebiyatı veya tiyatrosunda göç, göçmenler, özel olarak Türkiyeliler ne kadar ve nasıl konu edildiler? Fazla konu edildiklerini düşünmüyorum. Bir zamana kadar 'acıma edebiyatı'nın öne çıktığını görüyoruz. Bunu Türkler de böyle yapıyorlardı; acınacak hikâyeler ortaya çıkarıyorlardı, Almanlar da. Bir de Alman filmlerinde Türkler daha çok mafya babasıdır, birbirlerini döverler...

Uzun yıllardır Berlin gibi, yoğun Türkiyeli nüfusun bulunduğu bir kentte yaşıyorsunuz; ve içe kapanmayı körükleyen politikaların giderek göze battığı bir dönemden geçiyoruz. Almanlarla ortak yaşamı güçlendirmenin yolu nereden geçiyor sizce? İlk gelenlerin dille çok büyük problemleri oldu. Dille yaşanan kötü deneyler, onları Almanlara karşı önyargılı olmaya da sürükledi. Mesela Türkiye'de bir memurla problem yaşarsınız, akşam eve gelip 'ya adam beni zora koştu, herhalde rüşvet istiyordu' der, ama 'Pis Türk' demezsiniz. Almanya'da bunu çok kolay söylediler ama; 'ne olacak Alman işte'. Almanlara çatmak bir gelenek haline getirilmiş nerdeyse. Halbuki insan önce kendini dışarıya tükürmüş olan kendi ülkesinin politikalarını eleştirmelidir bence. Yani her iki tarafın da nasyonalizmi bir tarafa bırakmaları gerekiyor. Tabii Almanlar göç konusunda örneğin Amerikalılara göre daha humanist davrandılar. New York'un Harlem'ini gördüm, siyah işçilerin oturduğu bu bölgede ben bir tek beyaz gördüm. Ama 'Türk gettosu' denen Kreuzberg veya Wedding'de öyle değil, on binlerce Alman var ve bilerek, isteyerek kalıyorlar. Yani ortak yaşamı engelleyenler olduğu gibi isteyenler de çok.

ÖNCEKİ HABER

Karanfilli Ahmet güzellemesi

SONRAKİ HABER

Bir dönüşüm öyküsü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...