26 Kasım 2002 22:00

Kaygusuz Abdal'ın
   birlik ve sevgi bildirisi

Günün beyliğine yüz vermeyen bir isim Kaygusuz Abdal. Adının bugün de anılır oluşu; biraz da bu özelliğiyle. Bir derebeyinin av ve eğlence peşinde koşan oğlu iken; "abdal"lar kervanına katılmış oluşundan. Piri olan Abdal Musa ile birlikte Anadolu-Bektaşi edebiyatının kurucuları arasında sayılan, deyişleri ile bugüne taşınan bir ozan. Kaygusuz Abdal'ın asıl adı Alâeddin Gaybî. 14. yüzyılın son ve 15. yüzyılın ilk yarısında süren yaşamı hakkında kesin bilgiler çok az. Asım Bezirci, "Dünden Bugüne Türk Şiiri" (*) adlı eserinin "Halk Şiiri" bölümünde, Alanya Beyi Hüsamettin Mahmut'un oğlu olan Kaygusuz Abdal'ı şöyle tanımlıyor: "İyi bir öğrenim görmüş, avcılık ve okçuluk alanında beceri göstermiştir. Genç yaşta Elmalı'daki Abdal Musa'ya bağlandığı, şeyhinin kendisine Kaygusuz adını verdiği söylenir. Bektaşi uluları arasına girmiş. 1424-1430 yılları arasında Rumeli'yi dolaşmıştır. Bektaşi edebiyatının kurucuları arasında sayılan Kaygusuz Abdal'ın hem aruz, hem hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerinde yobazlığı ve ham sofuluğu taşıyan ince bir alay görülür."

Abdal'ın gözü Sevgi Sanlı'nın yazdığı "Kaygusuz Abdal", bugünlerde İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda... Taksim Sahnesi'nde izleyici önce, sahnenin ortasında duran kocaman bir göz karşılıyor. İlk bakışta duvara asılı bir resim gibi duran göz, aslında dekorun kendisi. Gözün içine girip çıkan oyuncular; göz bebeğinde beliren canlı suretleri, gözün sanılandan daha fazlası olduğunun göstergesi. Yüzlerce gözün baktığı bir kocaman gözün bebeğinde önce bir geyik sureti beliriyor; Kaygusuz Abdal'ın "abdal" olmadan önce, henüz Alâeddin Gaybi iken yaraladığı bir geyik bu. Hititlerden bu yana, Anadolu'da kutsal sayılan bir canlı. Yaraladığı geyiğin peşi sıra, Abdal Musa'nın dergâhına kadar varan Kaygusuz, okunu saplandığı bedeninden çıkarıp geri veren Abdal Musa'ya "kul" olur. Ege'den, Rumeli'ye, Mısır'dan Manastır'a uzanan hikâyesi de böyle başlar.

Farklı bir abdal portresi İnsan sevgisinin yanında ve yobazlığın karşısında tavır alan Kaygusuz Abdal, oyun boyunca sahneye şiirleriyle, deyişleriyle farklı bir "abdal" portresi çiziyor. Özüne tasavvuf felsefesinin insan sevgisini koyduğu şiirleri, sürekli bir alay ve taşlama içerir. Tekerlemelerle beslediği, en söylenmezi söyleyerek, kıvrak bir zekâ içeren özgün dili, onu kısa sürede Bektaşi edebiyatının kurucuları arasına sokar. Diyar diyar dolaşır; Mısır'da, Mekke'de, Diyar-ı Rum'da, Edirne'de yıllarını "bir lokma, bir hırka" ile halkın arasında geçirir. Yönetmen S. Sönmez Atasoy, "Kaygusuz Abdal" için "...Anadolu toprağı hâlâ güneş ve insan kokar. Ve insan insana en büyük armağandır Anadolu'da. Ateş insanları, rüzgâr insanları dünyayı yakıp savururken, siz gönül insanı olmayı yeğlediniz. Günün beyliğine yüz vermediniz. Tanışlığı, bilişliği, birliği devlet bildiniz" diyor. "Veren el" olmayı, "alan el" olmaya yeğ tutan; eline, beline, diline sahip olan bir felsefenin, Anadolu'ya çaldığı mayanın bugün yaşadığını anlatıyor Atasoy. Kaygusuz Abdal'ın 14. yüzyıl sonlarından itibaren bu mayayı çalanlardan biri oluşu; bir derebeyi oğulluğunu, dünyalar güzeli bey kızını bırakıp; yaşamını "dünya nimetleri"nden vazgeçmiş olarak sürdürmesi bu açıdan önemli. İyi-kötü savaşı mı? Tasavvuf felsefesini ya da bektaşiliği, bugünden bakıp bir "dine yönelme", "yaşamını dini kurallara göre biçimleme" olarak görmek yanlış olur. 600 yıl öncesinin Anadolusu'nun özgün koşulları içinde yobazlığa karşı halkı/insanı öne alan bir yaklaşım ve tüm yaşamını bir ülkü uğruna harcama gibi özellikler bugün için de dersler içeriyor. Kaygusuz Abdal'ın "kaygusuz"luğu, kendi kişisel çıkarına dair bir "kaygusuzluk" içerir ve yaşamı bunun en açık kanıtıdır. Oyun boyunca, bunu görmek mümkün. Ama oyunda görünmeyenler de yok değil. Oyunda, bir ara Abdal Musa dergâhının devlet ile çatışması ve askerlerce kuşatılması gibi sorunlar, yüzeysel kalmış. Ahilerin örgütlenmesi, bektaşi dergâhlarının zanaatkâr örgütleri olan Ahi Ocakları ile olan yakın ilişkisi, halkın buradaki yeri, Osmanlı'nın bundan duyduğu büyük rahatsızlık, Anadolu'nun isyanlarla geçen o yılları düşünüldüğünde tam oturmuyor. "Zalim yönetici" ile "kendini hakka vermiş abdal"; bir başka deyişle çıkar peşindeki kötü ile dünya iktidarını önemsemeyen iyinin çatışması gibi görünen olaylar, oyunda anlaşılamıyor. Şeyh Bedrettin isyanı ile aşağı yukarı aynı dönemde, birbirine yakın topraklarda geçen olaylar arasında herhangi bir bağ kurulmamış; Anadolu'nun pek çok yerindeki toprak isyanları irdelenmemiş. Özerk beylikler sisteminden, güçlü bir imparatorluğa geçiş sürecindeki toplumsal düzen ve değişimin yarattığı sancılar eksik bırakılmış. Bektaşi dergâhlarını da içine alan, hatta onu devletin temel askeri kurumu Yeniçeri Ocağı'nın "resmi dini" haline getiren bu değişim yok sayılınca da, ortaya "Alevi-Bektaşi hümanizmi" ile "gerici yobazlar"ın çatışmasıyla sınırlı bir yaklaşım çıkmış ortaya. Bu yüzden, dönemin toplumsal koşullarından doğan insani mesaj da, bugünün "cami-kışla" çatışması benzeri, dar algılara açık bir hale gelivermiş.

Müzik ve dans Müziği, dansı ve şiiri başarılı biçimde buluşturan bir oyun "Kaygusuz Abdal". Adil Arslan'ın müzikleri, sahnede Ozan Çağlayan, İlker Uçarer ve Mehmet Polat'ın başarılı uygulaması ile izleyiciye ulaşıyor. Danslar ve semahlar, oyunu keyifli bir görsel şölen havasına sokuyor. Yetkin Dikinciler, "Kaygusuz Abdal" rolünde oldukça başarılı. Hatice Aslan Kaleli de, üç ayrı rolde aynı başarıyı paylaşıyor. Eksikliklere karşın, oyun iyi okunduğunda, "Kaygusuz Abdal", 600 yıl öncesinden uzanan birlik ve sevgi bildirisini, müzik ve dansın oluşturduğu ritüellere dayalı oyunda, bir kez daha yineliyor.
(*) Dünden Bugüne Türk Şiiri, Asım Bezirci-Kemal Özer, Evrensel Basım Yayın

Evrensel'i Takip Et