31 Mayıs 2015 02:05

Oluyor...

Paylaş

Alper BAKINER*
 
Başlık meşhur ‘Şekerpare’ filminden. Serkomser Ziver’in yine bir hinlik anında ağzından çıkıveren.

Bu seneki Merdin-Amed ziyaretimizin teması neredeyse sadece bu sözcükten ibaret. Mihmandarlarımızla beraber dönüp dolaşıp, birbirimize “oluyor” deyip duruyoruz. Her seferinde beceriksizce Şener Şen’i taklit etmeye çalışarak. Evet, beceremiyoruz ama bu da bizim her seferinde daha bir coşkun gülmemize mani değil.

Havada ferah bir hal var. Omuzlarımdaki sızı, mevsim normallerinin çok altında. Ahbapların gözlerindeki parıltıysa… mevsimi kıskandırıyor. Evet. ‘Oluyor!’.

Olan ne peki?

MAYIS BAŞI

Vapura yürüyorum iskele meydanından, belki milyonuncu kez. Kadıköy’de baharı ilk buranın halayı horonu karşılar; aslında daha çok da horonu. Milyon kez geçtiysem milyonunda merak ettim hangisi diye, oradan biliyorum. Ve yine merak ediyorum. Bu kez biraz kalabalık mı ne? Görmüyorum ne çalanı ne oynayanı. Hayır, tabii ki duyduğumdan anlıyorum, bu bir halay havası. Ama bir tuhaflık var. Şarkıya kulağım gidiyor önce: “Kobané faşizme billâh mezar olacak”. Hoşuma gidiyor, gülümsüyorum. Parmak uçlarıma basıp güç bela halaycıları da görüyorum sonunda. Nasıl bir yoğunlaşma yüzlerde. Sanırsınız sandık müşahitliği o dakka başlamış. Halay değil dünyayı çekiyorlar sıkıştığı yerden.

Evet, seçime vira bismillah. Henüz açılmış HDP standının önündeyiz. Daha doğrusu hatırı sayılır bir miktar uzağında. Hay bin eşşek, unutmuşum kalabalığı. O vakit göz gezdiriyorum, beş-altı halka olmuş meraklı bedenlerde. Ceketlerini tanıyorum, pantolonlarını. Saçlarını tanıyorum, ara ara birbirlerine dönüp, manasız bir gülüşle fısıldaşan ağızlarını. Yüzlerini biliyorum. Nasıl bilmeyeyim? Sadece biraz olsun merak etsinler, bir kez olsun, nefretten âzâde, bu mesafeden gelip baksınlar diye helâk olmuş onca can. Hatırlıyorum. Onlar bakıyorlar neymiş bu diye, ben hatırlıyorum.

91 YILININ SON GÜNLERİ

Soğuktan kantine kaçmışız Burhan’la, çaylar masamızda bir daha demleniyor sanki. Bıyıklarım terlemiş miydi, bunu hatırlamıyorum işte. Yorum yeni kaset çıkarmış. Keçé Kurdan söylemiş Hilmi, ne güzel… Arada bir bahçede Burhanların halay çekerken söylediklerini saymazsak, itinayla kaydedilmiş bir Kürtçe şarkıya sahip artık kulaklarım, bu daha başlangıç. Darlıyorum Burhan’ı: “la oğlum yazsana şu sözleri artık”. Bilmem kaçıncı denememde iç çekerek alıyor eline kalemi kâğıdı.
Kanlı canlı, efkârlı bir daktiloya dönüşüyor. Bütün harfler büyük. (Sonradan fark ettim; ufka bakmaya alışıklar böyle yapıyor). Sonra bir muska gibi özenle katlıyor kâğıdı. Uzatmadan önce bir an gözlerime kuşkuyla bakıyor. Ve koyuyor şartını: “bak çabuk ezberle, söyletecem sana. Yoksa helal etmem”. Tamam diyorum. Ve elimde nihayet Keçé Kurdan muskası.

ŞİMDİ

Bunları yazarken, sanki randevulaşmışız gibi, karşımdaki ekranda Selahattin Demirtaş var. Şarkı gibi konuşması yetmemiş, bi’ de türkü patlatmış az evvel. Bir dinliyor, bir yazıyorum. Sıra ekran başındakilerin sorularına gelmiş. Dünyanın en çok ve en çeşitli sorularına muhatap kalmış politik figürü, yine sabırla yanıtlıyor. Bir tane daha, bir tane daha… Ve bir tane daha geliyor. Ama bu bir soru değil, daha ziyade bir ‘kart-niyet’. Diyor ki hazret: “Ne kadar parlatsanız da barajı geçemeyecek”

Mevzunun ‘baraj geçmek değil, kafamızı sokabileceğimiz bir çatı, üzerinde neşeyle sekebileceğimiz bir siyasi hat oluşturmak’ olduğuyla ilgili fikirlerimi bir kenara koyuyorum. Ve “parlatmak” fiiliyle ilgili düşünmeye başlıyorum ister istemez. Parlıyor mu gerçekten?

İKİ AY ÖNCE

Bir muhabbete kulak misafiri oluyorum. Bir tarafta tanıdığım, sevdiğim, varoluşuna saygı duyduğum eski tüfek bir Kemalist var. Diğer taraftaki benim her daim eylem arkadaşım.

Eski tüfek derdini anlatıyor: Ne vakittir oy verdiği partiye bu kez vermeyecekmiş. Çünkü ilkelerden uzaklaşmış o parti. Artık onun ilkelerini, adına “vatan” diyen parti savunuyormuş, ona oy verecekmiş. Eylem arkadaşımın gözleri büyüyor doğal olarak. ‘Ama onlar kafatasçı…’ diyecek oluyor. Eski tüfek yapıştırıyor cevabı: “Ya ne olacaktı” diyor, “elin Kürd’ü mü önderlik edecekti bana”.

Konuşmanın seyrinden anlıyorum, Demirtaş’ı kastediyor. Bense bağır bağır gelen alt metni duyuyorum. “Evet” diyor eski tüfek içten içe, “onda gördüğüm, bir önderin vasıflarıdır”.

Ben içimden düzeltiyorum. Fıtratımdaki anarko meyildendir; ‘önder’ lafından hiç mi hiç hazzetmiyorum. Önder diye kastedilen kişinin de bundan pek hoşlanmadığını içten içe biliyorum. “Yok” diyorum eski tüfeğe, tabii ki içimden: “Senin gördüğün, olsa olsa bir ışıktır. Ve evet, hayli parlıyor”.

GEÇEN HAFTA

Adını hiçbir yazımda asla zikretmeyeceğim hükmeden partinin Amed milletvekili, İzmir’le ilgili abuk subuk şeyler söylüyor. Bir İzmirli olsam, içimdeki yaprakları zerre kımıldatmayacak türden saçmalıklar. Ama heyhat! Gönüllerdeki ağaçlar kökünden sökülüyor fırtınanın şiddetinden. Haklıdırlar, sonuçta konuşan raporlu bir deli değil, vekil. Endişelenmek doğal. Ama işte, kopan ağaçlardan biri gelip kafama çarpıyor. Bu kulaklar şunu duyuyor: “O da Kürt değil mi işte. Bu HDP’ye hayatta oy moy verilmez”. Fesuphanallah! Ulan diyorum, şu önyargılara bir reçete olaydı da, atom ömrü billâh parçalanmayaydı!

ŞİMDİ

Cemalim türküsü hâlâ kulaklarımda. Sazı güzel çalıyor. Ama sesi biraz titriyor mu ne? Heyecan yapıyor sanki biraz. İyidir. Kişi heyecanlanıyorsa türkü söylerken, ondan ‘politik ucube’ olmaz. Olsa olsa ‘insan’ olur.

Cemalim neye yakılmış diye bakıyorum sonra. Ürgüplü Şerife, kalleşçe öldürülen kocası Cemal’e yazmış. Bak şu işe, diyorum, kalleşçe vurulmanın da bir coğrafyası yok şu âlemde.

91 YILININ SON GÜNLERİ

Muskamdan “Keçé Kurdan” okumaya dalmışım. Burhan uyandırıyor. Ders başlayacak. Sonra masadan kalkmadan hafifçe fısıldıyor. “Ben haftaya gidiyorum Alper” diyor, “köye dönmem lazım”. Nasıl ya, diyorum, niye gidiyorsun? “Babam tarlada çok yalnız kaldı, ona yardım etmem lazım” diyor. Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Kuru bir mırıltıdan başka bir şey çıkmıyor dudaklarımdan. Zaten izin vermez ki gerisine.

Öbür hafta gerçekten de gidiyor Burhan. Ne vakittir elinde çevirdiği bordo taşlı tespihi bana bırakıp gidiyor.

Sonra defalarca kopuyor o tespihin ipi. Her seferinde taşları dört bir yana saçılıyor. Aynı anda insanlar düşüyor tespih taşları gibi, Şark’ın her bir kuytusunda. Ben her seferinde eksiksiz topluyorum taşları, başka bir ipe geçiriyorum. O ip de kopuyor sonra. İnsanlar düşmeye devam ediyor. Senesi dolmadan Burhan’ın haberi geliyor, o da bir tespih taşı olmuş meğer…

MAYIS BAŞI

Halay devam ediyor. Benim başım dumanlı, seyredenlerin yüzlerine bakıyorum. Şuradakinin Nevşehirli olduğuna yemin edebilirim. Ötede fısıldaşan ikisi Kayseriliye benziyor. Sağımdaki sarışın Trakyalıyım diye bağırıyor sanki. Her yerdenler. Ve bir vakit ‘kuyruklu’ sandıkları insanları seyrediyorlar merakla.

Sırf birazcık merak etsinler diye düşen onca tespih tanesini düşünüyorum.

Sonra çocuklara bakıyorum. İnatla devam ediyorlar halaya. Halay değil, dünyayı çekiyorlar sıkıştığı yerden.

Kulağımda Şener Şen’in sesi çınlıyor ister istemez.

Oluyor mu?

Oluyor!        

*Müzisyen (LuXus)

ÖNCEKİ HABER

Paris’in cellatları ve komün

SONRAKİ HABER

Âşık Veysel’den Aram Tigran’a: Anadolu Quartet

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...