15 Mart 2015 00:50

Bir öyküdür İstanbul*

Bir öyküdür İstanbul. Benim İstanbulum bir taş uygarlığının başkentidir. Surlar, dev sarnıçlar, ulu tapınaklar, su kemerleri, kulelerle başlayan; camiler, çeşmeler, hanlar, hamamlar, köprülerle sürüp gitmiş bir uygarlığın başkenti. Emekçinin alın terini akıttığı, emeğin taşla simgeleştiği bir kent.

Paylaş

Adnan ÖZYALÇINER

Bir öyküdür İstanbul. Benim İstanbulum surlardan başlar. Bir yanıyla Edirnekapı’dan Topkapı’ya, tersi yöndense Ayvansaray’a kadar uzayıp gider. Ama asıl Edirnekapı’yla Topkapı arasındaki yıkık duvarların ardındadır görüp yaşadıklarım. Öncelikle sur dibidir. Sur dibi insanlarıdır. Arık atların surun dibindeki çayırlıkta otladığı Sulukule’dir.
Edirnekapı o zamanlar, çardaklı kahveleri, Silivri’ye, Çatalca’ya kalkan otobüsleri, Rami’ye, Eyübe giden faytonlanyra. Bayram yeri gibiydi. Şimdi bamya tarlalarıyla enginar tarlalarını, üzüm bağlarını beton yapılar kuşatmış. Çardaklı kahvelerin, tıknefes otobüslerin, faytonların yerini asfaltla hızlı tramvayların gidip geldiği çelik raylar kapatmış. Bir öyküdür İstanbul. Benim İstanbulum, Karagümrük, Draman sırtlarından Haliç’e inen loş sokaklarla sürer. Bu sokaklar, genellikle işçilerle memurların, bir anlamda dar gelirlilerin oturduğu sokaklardır. Bu sokaklar, çocukluğumda, fabrika düdükleriyle uyanırdı. Çok erkenden. Güneş doğmadan önce. Babalarımız Haliç boyunca sıralanan fabrikalara yollanırdı. Onların yaşadıkları, onların duyguları, düşünceleri, hayalleri, düşleri, belki de anlatamadıklarıydı benim yazdıklarım. O yüzden midir bilmem, Haliç, başlı başına bir öyküdür benim için.
Haliç, en güzel, tepeden, Sultan Selim’den, caminin geniş avlusundan izlenirdi. Karşıda Taşkızak, Camialtı tersaneleri parıldardı. Bütün o kıyı, Haliç’in parıltısmı yansıtırdı güneşin batmak üzere olduğu akşam üstlerinde. Cibali, bugün Kadir Has Üniversitesi olan, içinde bir Bizans sarnıcını barındıran eski Tekel Tütün Fabrikası, irili ufaklı teknelerin yapıldığı kalafat yeri, Muammer Karaca’nın oyununa konu olan ünlü karakolu, kereste dükkânlarının sıralandığı Keresteciler Caddesi’yle Haliç’in en kalabalık, en işlek yerlerinden biriydi.
Beyazıt alanı, Şehzadebaşı çıkışındadır. Sait Faik’in Havuzbaşı öyküsünde anlattığı alan. Benim için o alan, birkaç kez değişmiş de olsa eski Marmara Sineması, Marmara Kıraathanesi, Edirnekapı-Bahçekapı, Topkapı-Bahçekapı, Fatih-Harbiye, Şişli-Beyazıt tramvayları, Küllük kahvesi, Emin Efendi lokantası, fıskiyeli havuzu, çiçek tarhlarıyla bezeli  ağaçlıklı görünümü, masa saatini andıran çifte kapılı girişiyle bugün de varlığını koruyan İstanbul Üniversitesi merkez binası, avlusunu şadırvanından çok çevrede uçuşan güvercinlerin kanat çırpışlarının serinlettiği Beyazıt Camisi’yle dün olduğu gibi bugün de canlılığını yitirmemiştir. 28 Nisan 1960 Gençlik Hareketi’nin odağı oluşunun ardından beş altı yıl sonra gelişecek olan gençlik hareketleriyle her türlü toplumsal harekete tanıklık etmiştir. Beyazıt, gene de Beyazıt Devlet Kitaplığı, artık eski kitaplar yerine yeni kitapların satıldığı Sahaflar Çarşısı, şimdi turist pazarına dönüşmüş olan Bit Pazarı, bakırın yerini alüminyum kapların, teflonların aldığı Bakırcılar Çarşısı, en önemlisi işi hemen hemen yalnızca altın, elmas alışverişine döken, Orhan Veli’nin dediğinin aksine hiç de serinliği kalmamış olan Kapalı Çarşı’sıyla bir bütündür. Üzüntüyle eklemem gerekirse Beyazıt bugün, Laleli’yle birlikte bir turist cenneti olup çıktı.
İstanbul Erkek Lisesi’nin kapısının on, on beş adım ötesindeki Cumhuriyet gazetesi yaklaşık 25 yılımı aldı. Öğrencilik yıllarımın, sanat, edebiyat yaşamımın, gazeteci olarak çalışmalarımın büyük bölümü Cağaloğlu’nda geçti. Yarı ömrümü burada tükettim. Geriye Cağaloğlu, öteki adıyla Babıâli’den ne bir gazete, ne doğru dürüst bir kitapçı, ne yayınevleri kaldı. Hepsi ya halıcı, ya kuyumcu, ya da ayaküstü yiyecekçiye dönüştü. Babıâli yokuşundan inildiğinde İstanbul Limanı’na ulaşılır. İstanbul Limanı, benim İstanbulumun son durağı olabilir. Limana ulaşmadan Sirkeci Garı, bir nirengi noktasıdır. İstanbul’un Avrupa’ya açılan kapısı olduğu için. Elbet bu söylediğim eski günler içindir. Bugün trenlein uğramadığı garı Marmararay kapatıyor.
İstanbul Limanı, bu yakada, Saray Burnu’ndan Sepetçiler Kasrı’na, oradan Galata Köprüsü’ne, boydan boya uzanan Eminönü rıhtımı demektir. Eminönü rıhtımı, Üsküdar’a, Kadıköy’e, Haydarpaşa’ya, kimi zaman Boğaz’a kalkan vapurları, motorları, kalabalığı, durmadan gelip geçen otomobilleri, otobüsleri, tramvayı, seyyar satıcıları, balık ekmekçileriyle bitmez tükenmez bir gürültüyü yansıtır. Galata Köprüsü, bu kalabalıkla gürültüleri karşı kıyıya taşır. Karşı kıyıdan da başkalarını getirir.
Benim İstanbuluma Adaları katabilirim: Burgaz Ada, Heybeli’nin yanısıra özellikle gençlik yıllarımın beş yazını dayımın manav dükkanında çalışarak geçirdiğim Büyükada. Büyükada’nın Kumsal, Yörük Ali Plajı, Çamlik gibi yazlık yaşamının yanısıra yazdan kalma günlerin yaşandığı güz günlerinde bir başına arşınladığım Ada’nın ıssız yollarını, yalnızlaşmış köşklerini, solgunlaşmış bahçelerini unutamam. Bir öyküdür İstanbul. Benim İstanbulum bir taş uygarlığının başkentidir. Surlar, dev sarnıçlar, ulu tapınaklar, su kemerleri, kulelerle başlayan; camiler, çeşmeler, hanlar, hamamlar, köprülerle sürüp gitmiş bir uygarlığın başkenti.
Emekçinin alın terini akıttığı, emeğin taşla simgeleştiği bir kent. Güzellikle zenginliğin iç içe yaratıldığı, doğasının güzellikleriyle zenginliğine uyum sağlamış bir kenttir İstanbul.

*“Bir Öyküdür İstanbul”  isimli öyküden kısaltılıp yeniden düzenlenmiştir.  (Evrensel Basım Yayın -
Benim İstanbul’um 15 Yazar 1 Çizer)

ÖNCEKİ HABER

Bazı sözcüklerin yaşı

SONRAKİ HABER

Yargının R. Luxemburg ve C.Zetkin yorumu: Kimliği tespit edilemedi ama örgüt mensubu!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...