22 Şubat 2015 05:29

Öyle kolay değil ama yine de anlat...

Özgecan Aslan’ın katledilmesinin ardından yıllardır biriken ne çok hikâye döküldü sayfalara, cümlelere dönüştü kadınların taşıdıkları. ‘Sen de anlat’ hashtaglerinde kendi hikâyelerimiz, yaşayıp anlatamadıklarımız, anlatıp çare bulamadıklarımız, tanıklık ettiklerimiz, dinlediklerimiz doldu taştı. Öyle kolay değil anlatmak. “Ben bunu yaşadım” cümlesi basit bir cümle olsa da içinde binlerce soruyu, cevabı, imayı barındırır.

Paylaş

Sema BARBAROS

Özgecan Aslan’ın katledilmesinin ardından yıllardır biriken ne çok hikâye döküldü sayfalara, cümlelere dönüştü kadınların taşıdıkları. ‘Sen de anlat’ hashtaglerinde kendi hikâyelerimiz, yaşayıp anlatamadıklarımız, anlatıp çare bulamadıklarımız, tanıklık ettiklerimiz, dinlediklerimiz doldu taştı. Öyle kolay değil anlatmak. “Ben bunu yaşadım” cümlesi basit bir cümle olsa da içinde binlerce soruyu, cevabı, imayı barındırır. 

O açıdan bunu ifade etmek çok zor, hem “bunun yarını da var” değil mi? Her kadın hayatında kurmuştur bu cümleyi; ya kendine ya da en yakınındaki bir başka kadına. Bu cümle bazen şiddet gördüğü erkeğin tehditkâr gölgesinden, bazen başvurduğu karakolun umursamaz öğütlerinden, bazense bizzat hükümetin “ahlak dersi” içerikli açıklamalarından doğar. Kadının ilk şiddet gördüğü andan itibaren yaralarını sarma, teşhir etme, mücadele etme durumları sonrayı düşünmekle içiçe geçer. Başına gelen şiddetle ilgili cümle kurmanın bile kolay olmadığı durumlarda yaşanan yalnızlıklara dönüşür.

Konuştuğumuz çoğu kadının ve kendimizin soruları vardır, bizim hikâyemizde dışımızdakilerin; onların hikayesinde bizim yargılarımız vardır. “Ben bu adamın bana yaptıklarını anlatırsam, yarın beni pişman eder.”, “Şikâyet edersem nereye gideceğim?”, “İşim bile yok bu çocuklara nasıl bakarım?”, “Çocuklarım, ailem benden nefret etmez mi, beni suçlamazlar mı?”, “Niye başkaları değil sen demezler mi?”, “Ne işin vardı orada, burada o saatte?”,  “Biz sana demedik mi?!” sorular sorular... Hiç arkası bitmez. Her soru ve yargıda yetkililerin pekiştirdiği durumlar, çözüm kısmında ortadan kaybolanlar, şiddetimizin görmezlikten gelindiği durumlar...

NE İLK NE SON...

Özgecan Aslan ne ilk kadındı katledilen ne de son olacak maalesef. Onun ölümünün ardından Diyarbakır’da, Çengelköy’de kadınlar katledildi, Maraş’ta bir kadın bir erkek tarafından cami içinde şiddete uğradı, tekstil işçisi bir kadın kendini taciz eden bir erkeği bıçakladı...

Yaşamın her alanında kadına yönelik şiddet artıyor. Artık saklanamıyor. Hem işyerinde hem sokakta hem okulda görünmemezlikle, yakılmakla, öldürülmekle sonuçlanınca kadına yönelik şiddet kadınların isyanı elbette büyüyor.  Sonrası kadınların yan yana gelişi, birbirine sahip çıkışı. 

Kayıp bakanlığımızın ismi zaten Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına dönüştürülünce, Bakan ortadan kaybolunca, önce yetkili erkeklerin konuşması beklenince, devlet yetkilisi yardımı elektronik bileziklerle açıklayınca, karakollar ahlak bekçiliğine dönüştürülünce, evde erkeğe, sokakta esnafa dahi görev verilince...

Siz düşünün durumu. Kadın artık devletten ümidi kesince... Burayı da düşünün bir!  Şiddet gören kadın sığınabileceği kimseyi bulamıyor çoğunlukla ve şiddeti uygulayan erkek şiddetini kadının sığındıklarına da yöneltiyor. Kadınlar tüm bu kaygılarla sonrayı düşünüp şiddet gördüğü yere dönüyor, şiddetiyle “barış”ıyor.

Zaten dikkat ederseniz katiller, şiddet uygulayan erkekler bağıra bağıra geliyorlar. Ama önlem yok, hak yok, hukuk yok. Hayatlarımızı elimizden alanlara uygulanan haksız tahrik indirimleri, erkek yargının eliyle hayatımıza yeniden gönderiliyor. Kadınlar katillerle, şiddet uygulayanlarla birlikte yaşamak zorunda bırakılıyor. 

‘ANLATALIM DA ANLATINCA NE OLACAK?’

Çalışan kadınlar açısından da durum bir o kadar zor. İşçi kadınların bu konudaki hikâyeleri oldukça çok. Eşitsizliğin yaşamlarının her alanında olduğu bu kadınlar için de anlatmak her kadın gibi zor. Önyargılar, işten atılma korkuları, şiddete maruz kaldıkları evleri, karanlık yolları, bitmeyen tacizler... 
Kadınlarla sohbetlerden aklımızda kalanlar yeniden üşüşüyor kafamıza. Kadın işçilerden biri ısrarla gece mesaisine kalmak istediğini ifade ediyor. Neden sorusunun karşılığı pek çok kadına uzak değil. Eşinin kendisine uyguladığı şiddetten yorulduğunu, zorla birlikte olmalarından, geceyi cehenneme çevirmesinden korkmuş ve bıkmış. Onun evde olmadığı saatte evde olmak, işte ona iyi gelen buymuş. Böyle anlatıyor. 

Peki sadece koca şiddeti mi kadınlar için zor olan? Gece vardiyalarından bir başka hikâye de ulaşımın zorluğundan bahsediyor. Gece mesaiye kalan kadın işçiler az olunca, servis de olmayınca... Uzun çalışma gününün yorgunluğunun ardından vardiya bitiminde havanın aydınlık olmasını istiyor kadınlar.  Çalışan kadınların işyerleri yerleşim yerlerine uzak olunca (şehir merkezi bile olsa farklı olmuyor bazen) sadece gece değil, gündüz dahi ulaşımı o kadar kolay değil. İster akşam, ister sabah, ister öğlen olsun durakta taciz edilmek hiç de nadir bir durum değil. Onun için sabah ya da akşam giriş çıkış saatlerinde birbirinin koluna sıkıca girmiş konuşarak ilerlemeyen kadınları görmeniz mümkün değil. Hangi durakta bekleyeceklerine bile bir başka kadının varlığıyla karar veriyorlar.

İşyerlerinde şiddet, taciz, tecavüz... Özellikle kadınların çalışma hakkının elinden alınmasında söz sahibi olan erkekler tarafından yaşatıldığı pek çok örnekle ortada duruyor. Aynı tezgâhta ve bölümde yok mu taciz edenler? Elbette var. Kadınlar bunu çoğunlukla anlamamazlıktan, görmemezlikten geliyorlar. İşyerleri zaten böyle, sokaklar ondan sakin değil, evi yeniden anlatmıyoruz... 

İşte bu sıkışmışlık içinde dayanacak yer bulamayınca, bu kıskaçtan nasıl kurtulacağını bilemeyince, öyle kolay değil anlatmak. Kadınların genellikle “anlatalım da anlatınca ne olacak?” diye sormaları boşuna değil. Devlet kadınların katillerini tecavüzcülerini, tacizcilerini koruyor ve kolluyorken, yargısı erkekten yana hal alıyorken, anlatmak hiç kolay olmuyor. Kadına yönelik şiddeti, cinayetleri azmettirenler; bizzat haksız tahrik indirimi uygulayan yargı, “kadınları çalıştırmayın” diyen bakanlar, seçildiği günün dışında göremediğimiz suskun bakan, “kadın mı kız mıdır” diye nefret söylemini dillendiren Cumhurbaşkanı varken anlatmak hiç ama hiç kolay olmuyor. 

Özgecan Aslan’ın katledilmesinin ardından toplumda ortaya çıkan tepkiler işte bütün bunların yarattığı birikimdendir, cinayetin hunharlığı karşısında, yetkililerin sıradanlaştıran suskunluğu  karşısında karşı çıkan ortak sesin güçlü olması içindir. Ondandır kalabalıkların sokağa çıkışı. Mahallelerde konuşulması, fabrikalarda, işyerlerinde karşılık bulması. “Bir ben değilim”, “ben de olabilirdim” diyen kadınların bir araya gelişi, yalnız olmadığını bilmenin yarattığı güç. Kadınların yan yana gelince biri anlatmaya cesaretle başlayınca bitmeyen paylaşımlar.

O “Bir ben değilmişim” düşüncesinin yarattığı güvenle başlayan uzun yol arkadaşlıkları. Varsın devlet zihniyet yakınlıkları hasebiyle katilleri tecavüzcüleri tacizcileri korusun. Kadınlar birbirini kollayacak, anlatacak gücü birbirlerinden bulacak. Kadınlar bu çürümüş düzenin kol kola girmiş devlet, erkek egemenliği, yargı, medya, adalet sarmalından yine yan yana durarak birlikte hareket ederek kurtulacaklar. 

ÖNCEKİ HABER

Suskunluğa ihanet etmenin zamanı

SONRAKİ HABER

İğne batıramadıysam da rezil ettim

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...