28 Aralık 2014 03:49

Sosyalizm kazanacak mı?

Yaklaşık otuz beş yıldır, emperyalist ideologların “küreselleşme” adını verdiği bir süreçten geçiyoruz. Siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel alanlarda, kapitalizmin yeni ve kapsamlı bir saldırısını ifade eden bu sözcük, toplumsal eşitsizlikleri ve kutuplaşmaları arttığı, savaş, gericilik ve yoksullaşmanın da önceki dönemlere göre olağanüstü yükseldiği bir sürecin adı oldu.

Paylaş

Aydın ÇUBUKÇU

Yaklaşık otuz beş yıldır, emperyalist ideologların  “küreselleşme” adını verdiği bir süreçten geçiyoruz. Siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel alanlarda, kapitalizmin yeni ve kapsamlı bir saldırısını ifade eden bu sözcük, toplumsal eşitsizlikleri ve kutuplaşmaları arttığı, savaş, gericilik ve yoksullaşmanın da önceki dönemlere göre olağanüstü yükseldiği bir sürecin adı oldu. Kuşkusuz aynı anda, özellikle sosyal politikalar sonucu yaratılan hak ve özgürlük gasplarına karşı dünya çapında geniş protesto hareketlerinin yükselmesine de tanık olduk. Her ülkenin kendi özgün ve dönemsel koşullarından kaynaklanan farklı taleplerle ve farklı hedeflere yönelmiş olarak görünse de, tümü özü bakımından aynı küresel politikalara karşı olmak bakımından aynı temel üzerinde yükselen hareketler... Kimi toplu ulaşım fiyatlarının arttırılmasına, kimi sendikasızlaştırma uygulamalarına, özelleştirme girişimlerine karşı, ya da biz de olduğu gibi “üç beş ağaç için” patlamış olsa da, sonuçta ortak neden “neoliberal” denilen politikaların sonuçlarına yönelmiş hareketlerdi.

Sonuçlara yönelmiş olmanın temel özelliği ise, hepsini bir “savunma”, durumun daha kötüye gidişini engellemeye çalışma hareketleri olma özelliğinde birleştiriyordu. Bütün ülkelerde, dinamik muhalefet güçleri, pek çok çevre tarafından “yeni toplumsal hareketler” olarak adlandırılan kesimler, elde kalan son parçayı kurtarmak, tümüyle yok oluşu önlemek için ayağa kalkmış gibiydi. Çevre ve kent sorunları, ücretlerin düşürülmesi, sendikasızlaştırma, özelleştirme, sosyal hakların budanması, sağlık ve eğitim hizmetlerinin özelleştirilmesi, yoksullaşma ve açlık … gibi apaçık görünür sonuçlar üzerinden yapılan bu mücadeleler, hepsinin ortak kaynağı olan “küresel” kapitalizme karşı bir mücadele halini alamadı. Hepsini birleştirecek ortak zemin, nesnel koşullar varken, birbirinden bağımsız, eşzamanlı olmayan hareketler halinde söndüler. Sonra yine benzer nedenlerle, başka yerlerde, başka muhalefet hareketleri halinde defalarca patladılar ve söndüler.

‘YENİ TOPLUMSAL HAREKETLER’ VE ‘SOSYAL AĞ ÖRGÜTLERİ’

Belki de başka gezegenlerden bakılınca dünya bir maytaba benziyordu. Parlayıp sönen ışık benekleri, tek bir ateş topundan kopup uzayda kaybolan parıltılar, anlaşılmaz bir fizik olayı gibi görünüyor olabilir!

Aslında ateş topunun içinde yaşayanlar açısından da durum pek farklı değil. Ne oluyordu? Bu bir devrim miydi? Niye beklenmedik biçimde patlayıp sonra sönüyorlardı?

Pek çok teori üretildi. Sürekliliği sağlayacak ve bir sonuca götürecek örgütlenme biçimleri tartışıldı. Olup bitenin doğası üzerine hayli tartışma yapıldı.

Genel olarak “yeni toplumsal hareketler üzerine teoriler” başlığı altında toplayabileceğimiz görüşlerin kesiştiği bir nokta vardı. Çıkış noktası, “sosyalizm olmayan” bir “eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik ve ekolojik bir toplum” modeli arayışıydı. Çünkü sosyalizm “başarısız bir deneme sonucunda ölmüştü!” Ayrıca sosyalizm için başlıca kurucu toplumsal güç olan işçi sınıfı ortada yoktu! Kadınlar, gençler, LGBTİ bireyler, “beyaz yakalılar”, “Y kuşağı” meydanları dolduruyor, çatışıyor, ölüyordu da, işçi sınıfı neden yoktu?

Ayrıca, partiler, sendikalar gibi bir toplumsal hareketi derleyip toparlayacak, yön ve biçim verecek örgütler yerine, “sosyal ağlar” daha işlevli idi. Demek ki, her özelliğiyle yepyeni bir devrim, yepyeni bir toplum için mücadele vardı ve bu “eski teorilerle” açıklanamazdı! “Küresel toplumsal hareketler”“küreselleşmenin olumsuz sonuçlarına karşı” ortaya çıkan yeni dinamikler idi! Bu tespit sonuçta, kimi çevrelerde hareketin siyasal olarak nasıl örgütleneceği, nasıl sürekli ve sonuç alıcı kılınacağı gibi sorunları hareketin kendi akışına bırakma düşüncesine yol açtı. En azından şimdilik seyretmekle yetinmemiz gerekiyordu!

‘YENİ BİR DÜNYA MÜMKÜN’ İSE, KİM KURACAK?

Küreselleşme karşıtı hareketlerin başlangıcı sayılan Seattle protestosunda, ABD İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun desteğiyle işçi katılımının sağlanmış olması, böyle bir katılımın eksik olduğu sonraki gösterilere kıyasla, yalnızca hareketin daha kitlesel olmasını sağlamakla kalmamış, aynı zamanda taleplerin daha net, mücadelenin daha kararlı olmasına da yol açmıştı. Kaldı ki, işçiler orada sınıf talepleriyle ve siyasal örgütleriyle değil, sendikaların çizdiği sınırlar içinde “yedek kuvvet” olarak kendilerini göstermişlerdi.

Diğer protesto gösterilerinde, otuz yıldır bütün dünyada uygulanan sendikasızlaştırma ve sendikaları etkisizleştirme politikalarının izleri açık biçimde göründü ve işçi sınıfının kitlesel katılımı da, siyasal etkisi de hissedilmedi.

Bütün bu hareketlerin en önemli eksiğinin, işçilerin tek tek işçiler olarak katılmalarına karşın, sınıf olarak ve sınıf örgütleriyle katılmamaları olduğunu da, Seattle örneği daha başlangıçta göstermişti. Hareketi başlatan ya da sürdürenlerin genel olarak dağınık ve parçalı bir kitle olmanın ötesine geçememesi, taleplerin de bir program çerçevesine oturamaması sonucunu doğuruyordu. Oysa işçi sınıfının etkin katılımının ilk önce çözeceği sorun da zaten bu olacaktı.

Genel olarak kapitalizmle temelden bir çelişkisi olmayan sınıflara (küçük ya da orta burjuvaziye) mensup olan protestocular kitlesi, bir merkez etrafında örgütlenmek yerine, temsil ettiklerine inandıkları “toplumsal kimlikler” halinde “dağınık ve bağımsız” hareket etmeyi aşma yönünde bir eğilim de göstermiyorlardı. Üstelik bu durumu, “radikal demokrasi” adı altında teorileştiren, çoğulluğu ve bir merkezden yoksun kalmayı olumlayan görüşler tarafından desteklenince, kendi kendine parlayıp sönen protestolar halinde sürüp gitmeyi engelleyecek düşünsel temeller de zayıfladı.  Kuşkusuz bunun en doğal siyasal sonucu, kapitalizm içinde “radikal çoğulcu demokrasi” ile sınırlı ütopik bir hedefe sıkışmak oldu.

Hareket içindeki farklı çevreler ve gruplar, eylemlerinin gelip tosladığı yerin kapitalizmin ta kendisi olduğunu açıkça seziyorlar, ama mümkün olduğunu söyledikleri “yeni dünyanın” kapitalizmin yıkılmasıyla gerçekleşebileceği sonucuna varamıyorlardı. Çevreciler, feministler, eğitim ve sağlık uygulamalarına karşı mücadele edenler, toplu taşıma ya da kent sorunları merkezli protestocular, gittikçe daha yakın, daha birleşik bir mücadelenin gerekliliğini görebiliyorlar. Ne var ki, nesnel koşullar bakımından tamamen mümkün ve hareketin başarısı için zorunlu olan hamleyi yapmakta eksik kalıyorlar. Bu hamle, işçi sınıfının toplumsal ve siyasal olarak merkezinde bulunduğu bir hareketin örülmesinden ibarettir.

Hâlâ büyük ölçüde, “özgürlük”, “eşitlik” ve “adalet” gibi taleplerin kapitalist sistem içinde elde edilebileceğini, şu ya da bu ülkeden hükümetin değişmesi, falanca yöneticinin görevden alınması ile sorunların çözülebileceğini zanneden büyük bir yığın bulunuyor ve protestocu kitlelerinin önemli bir kesimini bu reform taraftarları oluşturuyor.

Yine de, mücadele edilmesi gereken asıl düşmanın yalnızca “küresel kapitalizm” değil, kapitalist sistemin tamamı olduğunu düşünenler de bu hareket içinde azımsanmayacak bir yer tutuyor. Ne var ki, bu çevrelerde bile, işçi sınıfının rolü konusunda kuşkulardan ve tereddütlerden başka bir şey yok.
Bazı teorisyenler, hareketin “anti-kapitalist küresel direniş” olarak adlandırılmasını önerirken bile, sınıf yapısı hakkında bir şey söylemiyorlar.

Yoksul ülkelerin borçlarının silinmesi, tekelci sermayenin yüksek oranda vergilendirilmesi, çevre tahribatının önlenmesi, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, ırkçılıkla mücadele, işçilerin ve göçmenlerin serbest dolaşımının sağlanması, herkese asgari yaşam koşullarını sağlayan bir gelir düzeyinin garanti edilmesi, Ortadoğu’daki savaşa son verilmesi vs. gibi ortak talepler, bütün haklı ve doğru içeriklerine karşın, kapitalizm içinde reformlar yoluyla da elde edilebileceği umuduna kurban ediliyor. Dolayısıyla, “başka bir dünya mümkün” sloganının içi boş kalıyor, bu “yeni dünya”da da kapitalistlerle birlikte, ama “kardeşçe, adil ve eşit” yaşayabileceğimiz yanılgısı silinemiyor.
Tek seçenek, işçi sınıfının her düzeyde örgütlü olarak bu hareketin merkezinde yer almasıdır. Talep edilen bütün hak ve özgürlüklerin, karşı çıkılan bütün uygulamaların bütün ağırlığıyla işçi sınıfının hayatının bir parçası olduğu açıktır.  Bunlar uğruna mücadelenin en kararlı, sonuna kadar tutarlı tek savunucusu da ancak ve yalnızca işçi sınıfı olabilir.

BU OLMAZSA…

Dünyada sürüp gitmekte olan, bir parlayıp bir sönen hareketler, elbette, geniş yığınların kapitalizmin yarattığı sorunlar konusunda uyanıklığını arttırmakta, daha geniş kitlelerin bir dahaki gösterilere daha etkin biçimde katılmasına kapı açmaktadır. Ama işçi sınıfının etkin katılımı ve öncülüğü olmaksızın, bu insanlık çığlığı, aralık kapının eşiğine kadar gidecek, yorulup yine geri dönecektir.
Bir bütün olarak ve sürecin temel özellikleri açısından bakıldığında, yakın gelecek son derece aydınlık görünmektedir. Bizzat dünya işçi sınıfı da, kendi vazgeçilmez talepleri çevresinde dönüp duran bu harekette kendi eksikliğinin farkına varmaya başlamıştır. Hiç kuşku yok ki, bu sağlandığında, sosyalizm kazanacaktır. Bir umut olmanın da ötesinde, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, “ya barbarlık, ya sosyalizm” sloganı, artık bir eylem sloganı halinde olgunlaşmaya doğru ilerliyor.
Önümüzdeki yıllarda gezegenimizin, uzaktan bakanlara acayip bir maytap gibi değil, gerçek bir yıldız gibi görüneceğinden emin olabiliriz.

 

ÖNCEKİ HABER

İğneyi patrona, çuvaldızı sendikaya...

SONRAKİ HABER

2015’te demokrasi ve özgürlükler için daha çok mücadeleye!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...