28 Aralık 2014 03:06

İşçi sınıfı ve muhafazakarlaşma

1970’li yılların sonundan itibaren egemen olan yeni sağ, liberalizm ve muhafazakarlık ittifakına dayanıyor. Ekonomik alanda piyasanın koşulsuz serbestliği temelinde biçimlenen bu yaklaşım, bunu sağlayabilmek için ise beraberinde oldukça güçlü bir siyasal otorite ihtiyacı getiriyor. Katı piyasa düzenini hakim kılmaya yönelik ‘disiplin’ arayışı bir yandan liberal kesimin otoriteyi içselleştirmesini sağlarken diğer yandan muhafazakar kesimin piyasa ile bütünleşmesini sağlayan bir toplumsal araç olma işlevi de görüyor

Paylaş

Nilgün Tunçcan ONGAN

1970’li yılların sonundan itibaren egemen olan yeni sağ, liberalizm ve muhafazakarlık ittifakına dayanıyor. Ekonomik alanda piyasanın koşulsuz serbestliği temelinde biçimlenen bu yaklaşım, bunu sağlayabilmek için ise beraberinde oldukça güçlü bir siyasal otorite ihtiyacı getiriyor. Katı piyasa düzenini hakim kılmaya yönelik ‘disiplin’ arayışı bir yandan liberal kesimin otoriteyi içselleştirmesini sağlarken diğer yandan muhafazakar kesimin piyasa ile bütünleşmesini sağlayan bir toplumsal araç olma işlevi de görüyor (Baltacıoğlu, 2004).

Kapitalist birikimin yeni ihtiyaçları doğrultusunda tesis edilen bu yeni hegemonya stratejisi, kazanılmış sınıfsal haklar kadar işçi sınıfının kollektif mücadelesini engelleyecek bir dizi politika tedbiri ile karakterize olmaktadır. Kuramsal olarak “refah devletinin iflası” tezine dayanan bu yaklaşım, devletin sosyal işlevini ön plana çıkartan ve toplumsal güç dengesizliğini görece eşitleyen tüm tedbirlerin tasfiye edilmesini öngörmektedir. Bu bağlamda sistemin otoriterlik eğiliminin doğrudan hedefi de işçi sınıfıdır. Nitekim halkların bu hegemonya ile tanışmaları da ya “demir lady” politikaları ya da askeri darbeler yoluyla olmuştur.

Buna karşılık sistem, kuvvetli bir demokrasi söylemiyle toplumsal hakimiyet oluşturmaya çalışmakta ancak tümüyle sermayenin birikim ihtiyaçlarıyla sınırlı bir “demokrasi” tarifi yapılmaktadır. Toplumsal çelişki sınıfsal içeriğinden soyutlanırken, eşitlik olgusunu ekonomik olduğu kadar siyasal alanda da gözardı eden bir “demokrasi” anlayışı yapılandırılmaktadır.

Nitekim eşitlik talebi, refah devletinin başlıca bunalım öğelerinden biri olarak tanımlanmakta ve olanakların eşitliğinden sonuçların eşitliğine doğru bir eğilim ise “sapma” olarak değerlendirilmektedir. Bireylerin eşitliğinden grupların eşitliğine yönelmek ise bu “sapma”nın bir diğer boyutu olarak tarif edilmektedir (Mouffe’den akt. Baltacıoğlu, 2004).

Muhafazakar ve liberal kesimlerin üzerinde ittifak sağladığı böylesi bir “eşitlik”, tıpkı demokrasi gibi eşitlik ölçütünün de piyasa ve piyasanın yarattığı olanaklara sınırlı içeriğini ortaya koymakta aynı zamanda “fırsat eşitliği” yaklaşımının ideolojik içeriğine de ışık tutmaktadır. Dolayısıyla giderek muhafazakarlaşan siyaset esas itibarıyla toplumsal güç eşitsizliklerini muhafaza etmek temelinde yapılandırılmaktadır.

Bu bağlamda yükselen sivil toplum söylemi de sınıf mücadelesini engellemeye yönelik olup, hak arama mücadelesinin piyasanın izin verdiği ölçüler içindeki sınırlarını belirlemektedir. Buna göre birey farklılıklarıyla özgürleşirken; toplumsal cinsiyet, mezhepçilik, ırkçılık gibi aslında sınıf siyaseti kapsamında olan birçok toplumsal mücadele kimlik mücadelesi çerçevesine sokulmakta, kimlik siyaseti sınıf mücadelesinin yerini alırken emekçiler de sınıf dışı ideolojilere yöneltilmektedir (Öngen’den akt. Topal, 2002). Kaldı ki, muhafazakarlığın düzeyi ve tezahür etme biçimine bağlı olarak bireysel özgürlükler de ancak egemen olan dini ve milli değerlerle örtüştüğü ölçüde yaşam hakkı bulabilmekte ve bu yanıyla liberal demokrasinin bile oldukça gerisinde bir siyasal sistem hakim kılınmaktadır.

Birler (2012) muhafazakar düşüncenin her tipinin akılcılık ilkesini reddettiğini ancak muhafazakar ideolojiler ile gericilik arasındaki ayrımının ise toplumsal yaşamın üstün bir ahlaki düzen çerçevesinde şekillendirilmesi eğilimine göre açıklanabileceğini belirtmektedir. Buna göre siyasal tartışmalar “aşkın bir ahlaki düzen”e dayandırılmak yerine, kurumlar dünyevi ihtiyaçlar temelinde meşrulaştırıldığı ölçüde muhafazakarlığın gericilikten ayrışacağına dikkat çekmektedir.
Ancak Türkiye’de gözlemlenen ise üst yapıyı dönüştürmeye yönelik politikaların egemen inanç sistemine özgü değer yargılarına dayandırılması bir yana kimi zaman doğrudan bu gerekçeyle savunulmasıdır. Örneğin toplumsal cinsiyetçi rol dağılımı “dinimizin kadına bahşettiği analık makamı” vurgusuyla dayatılmakta ya da özünde bir alfabe tartışması olan Osmanlıca konusu “bu dinin bir sahibi var, bize düşen emanetin hakkını vermektir” diye savunulmaktadır. Dindarlık, inanç özgürlüğü kapsamında bir unsur olma özelliğini yitirmiş ve ‘nesil yetiştirme’ projesine dönüşmüştür.
Toplumsal yaşamın İslamlaştırılması olarak yürüyen bu süreç, her safhasında sermaye kârını arttırıcı önlemlerle birlikte yol almakta ve sınıfsal çelişkileri derinleştirmektedir. Buna karşılık gerek devletin artan otoriterleşme eğilimi gerekse de egemen değer yargıları doğrultusunda yaratılmaya çalışılan “kabullenme” bilinci mücadele kanallarını her geçen gün daha da tıkamaktadır.

Kaynakça
Baltacı, C. (2004): “Yeni Sağ Üzerine Bir Eleştiri”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, C.9, S.2, s: 359- 373.
Birler, Ö. (2012): “Muhafazakarlık”, Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler, (Haz. G. Atılgan, E. A. Aytekin), Yordam Kitap, s. 283- 296.
Topal, A. (2002): “Küreselleşme Sürecindeki Türkiye’yi Anlamaya Yarayan Bir Anahtar”, Praksis (7), s. 63- 85.

ÖNCEKİ HABER

Toplusözleşmesiz bir AB’ye doğru

SONRAKİ HABER

Tahayyülün ihyası Kobanê direnişi!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...