Yanlış ekonomi politikası içe zarar verir, dışa yarar sağlar

Fotoğraf: AA Kolaj: Evrensel
AKP’nin 20 yıllık iktidarının ülkeyi ekonomik ve sosyal olarak nerelere taşıdığı günümüzün sıkışmış sosyo-ekonomik durumu ile ortadadır. Son Şimşek- Erkan (deneti elemanı olarak Kavcı da ihmal edilmemelidir!) politikalarına gelene dek basiretsiz ellerde sürdürülen baskılı faiz, denetlenmesi güç kur politikası AKP’nin geldiği ilk çöküş noktası oldu. Hiçbir sadakati yüksek potansiyel borçlu ekonomi ölümüne çökertilmeyip, hafif bir yıkama-yağlama operasyonu ile yapay teneffüs sonucunda yeni borçlandırma ve ulusça sömürülme istikametine yönlendirilir. Bu yazıda bu meş’um sürecin bir boyutunu tartışmak istiyorum.
AKP’yi, yürüyen ülke politikasını üst katmanlara taşıyacak doğrultuda iktidara gelmiş bir siyasi parti olarak değil, dünya kapitalizminin ekonomi-politikası bağlamında iktidara taşınmış siyasi-ekonomik görevli grubu olarak görmek gerekir. Bu görev, ekonomiyi olabildiğince kalkınma ve geliştirme politikalarıyla ileri ekonomilere yakınlaştırmak değil, tam tersi merkez-kaç dinamiğiyle çevreye savrulmasına hizmet etmek olarak görülebilir. Şatafatlı ve cömert siyasi destekler yanında, oval-salon kabulleri gibi göz boyayıcı “aferin” telkinleriyle iktidara taşınan ve arkasına IMF desteği verilerek kapitalist merkezlerin bol serseri fonlarının nemalandırılma havzası konumuna sokulan Türkiye, bugünkü konumuna yanlış politikalarla değil, tam tersi, iradi yöntemlerle izletilmiş görevlerle geldi. Halkımıza yüklenen görev, iktidara taşınan siyasi kadroya 2000 IMF-Derviş programı ile tevdi edildi. Şimdi lütfen, AKP’nin ilk dönemleri harika idi, fakat son dönemi berbat demeye hiç, hem de böylesi siyasi görüntülü kadroya gönülden bağlandıktan sonra hiç hakkımız yok. Çünkü görev dönemi bir bütünsellik arz eder; olumsuz olarak nitelenen ikinci dönem olumlu görülen birinci dönemin doğal izleyicisi ve sonucudur. Ne var ki, bu dönemleştirme kadar, siyasi erkin halkın sevgisini kazanmasına yol açan kutsallığın sömürülmesi de görevin suhuletle götürülebilmesi için kaçınılmazdı. Böylesi kutsallığın sömürülmesi yolu ile halkın iktidara bağlanmasının anahtarı, Kurtuluş Savaşı sonlanırken sinirlerine hâkim olamayan İngiliz görevlilerinin halkımızı denetlemenin, hatta mağlup etmenin tek yolunun dinsel manevralardan geçtiği söylemesinde yatar. Bu oyunun, halkımızın kutsal duyguları üzerinde oynanan duygu sömürüsünden geçtiği anlaşılmalı idi. Ancak bu mümkün değildi, zira yaratılan bazı anlık parıltılar yanında, yıllar boyu halkın sürüklendiği derin cehalet de etkili idi. Halkımızın yerlere ve göklere koyamadığı 1950’ler ve sonrası iktidarlar üzerinden sahnelenen oyun artık olgunlaşmış olup, semeresini veriyordu, belki de Lozan Anlaşması dönemi İngiliz temsilciler yaşamda olsalardı, günümüz ülke görüntüsünü avuçlarını ovarak kutluyor olabilirlerdi. Aslında yaşananlara oyun nitelemesi yerine, kapitalist sürüklenme demek daha doğru olur.
Bugüne geldiğimizde, genel seçimleri ekonominin kaldıramayacağı bir popülizm ile kıl payı alan iktidar, en büyük emeli olan yerel yönetimleri –özellikle de İstanbul’u- ele geçirme arzusuna da yine daha yaygın popülist siyasetle ulaşmaya çalışmaktadır. Ne var ki, kaynak sıkıştığı için paranın değerini düşürmek kaçınılmazdır. Para değeri düşürüldükçe ülke ekonomisinin genel stok değeri de düşmüş olur ve büyük firmaların dahi sermaye değerleri eriyince yabancı yatırımcılar tarafından ele geçirilmesi kaçınılmaz olur. Öyle gözüküyor ki, İstanbul’u salt politik olarak AKP değil, yabancılar da ekonomik olarak ele geçirmek istemektedir!
AKP halkı yoksullaştırarak seçim şansını artırmaktadır, ancak aynı politika bizzat kendi havuzunu kurutmaktadır. Temelinde sanayisizleşme politikasının yattığı betonlaşma projesi giderek halka destek sunmaktan uzaklaşmaktadır. Sermaye lehine asgari ücret baskılanırken, çeşitli başlıklar altında yoğun sosyal destek sağlanması, politikaları bir süre için desteklemede işe yarardı, hatta yaradı da. Ancak böylesi zengin sosyal politikaların beslenebilmesi için ekonomide sanayi yatırımlarının yüksek ve ona bağlı olarak da yaratılan artık değerin yüksek olması gerekir. İnşaat sektörü ise devamlı olmaması yanında, yüksek rant, fakat düşük artı değer üreten geçici bir ekonomik faaliyet olarak bu politikaları uzun süre finanse edemezdi, nitekim artık suyunu çeker noktaya gelmişiz ki, yine bir örtülü IMF desteği (!) ile karşı karşıyayız.
Şimşek-Erkan, 2000 IMF-Derviş benzeri pansuman tedavisi görevi ile atanmışlardır. Kısa vadede ne yapabilecekleri çok kuşkulu olduğu halde, maalesef ciddi bir organ-reddi ile karşı karşıya gelmeyeceklerdir. Gelmeyeceklerdir, çünkü bu ikili, görevleri bağlamında uluslararası büyük yürüyüşün alt elemanlarıdır. Görevleri gereği biraz faiz yükselterek, kuru sakinleştirmek ve yabancı mali ve reel sermayeye yeşil ışık yakarak bir kez daha Türkiye’ye sömürücü vantuzlarını uzatmalarını sağlamaktır.
Açıktır ki, yabancı ve yerli yatırımcıları tekrar işe koşmak, gerekli koşul bağımsız hukuk, güvenilir yargı, güçlü parlamento ve üniversite ve medya yapılanmasına da bağlıdır. İç ve dış sermaye halkımızı iliğine kadar sömürürken, tek-adam yönetimi hiç de rastlantısal değildir. Yoğun kuşatma ve sömürünün güçlü parlamento, bağımsız yargı, yandaş olmamış medya, üniversite gibi toplumsal güvenli denetim ajanları ortamında yapılması olası olabilir mi? Şimdi anlaşılıyor mu, neden tek-adam sistemine kaşı olunması gerektiği; neden bağımsız yargı olması gerektiği; neden bağımsız ve yandaşlaştırılmamış medya olması gerektiği; neden denetimli yandaş atamaların yapılmadığı özerk üniversitelerin olması gerektiği! Peki, bu savlar doğru ise, o zaman da lütfen bir düşünelim, samimi ve dürüst halkımız hangi samimi düşüncelerle kimin yararına, kimin zararına siyasi tercihini kullanmaktadır!
Evrensel'i Takip Et