20 Kasım 2022 04:17

Sahanın içinde kalanlar…

Fotoğraf: DHA

PAZAR
Paylaş

Dünya kupası organizasyonunun Katar’a verilmesi, futbolun küresel yöneticisi FIFA’da bir dönemin sonunu getirmişti. Oylamada rüşvet döndüğü iddiaları, Katar’ın turnuvaya hazırlanırken başta emek düşmanı politikalar olmak üzere insan hakları ihlalleri yıllardır gündemde. Bu mevzular, gazetede yıllardır işleniyor, turnuva boyunca da işlenecek tabii ki…

Ama öte yandan biliyoruz ki, bugün çalacak ilk düdüğün ardından milyarlarca insan gözünü sahaya dikecek. Yalnızca sahada olanın sahada kalmasını değil, dışarda olanın sahaya yansımamasını da isteyecek. Kimilerince ‘kitlelerin afyonu’ olan bu oyunun zehrini almış birisi olarak bendeniz de Messi’nin kendisine ‘vadedilmiş’ olan kupayı bu kez alması için ekran başına geçeceğim. Evet bu kişisel bir dünya kupası yazısı olacak. 11 yaşından itibaren hiçbirini kaçırmadığım final maçları üzerinden bakmaya çalışacağım bu kupaya…

Hayal meyal hatırladığım ilk kupa 1982 İspanya olsa da, bütünlüklü olarak 1986 Meksika yer alır hafızamda. Maradona’nın dünya kupasıdır çünkü. Bafra’daydık ve ilkokulu yeni bitirmiştim. Arjantin-Almanya finali öncesinde uyuyakalmıştım ve babam maç başlamadan önce çayı demleyip uyandırmıştı beni. Maradona çeyrek finalde ‘gökteki tanrı’nın eli ve futbol tanrısı olarak kendi ayağıyla herkesi çalımlayarak attığı golle İngiltere’yi elemiş, kupaya damga vurmuştu çoktan. Almanya ile olan final maçından aklımda kalan şey korku. “Almanya bitti demeden bitmez” sözünü, ‘makine gibi takım’ın ne olduğunu o gün öğrendim. Arjantin’in 2-0 öne geçtiği maçta 70-80 arasında iki gol bulup beraberliği yakalamıştı Almanya ama son sözü Maradona’nın sihirli dokunuşuyla ‘Al da at dercesine’ verdiği pası değerlendiren Burruchaga söylemişti. İlk turnuvamda ilk kupamı kazanmıştım böylece!

Dört yıl sonra, 1990’da bu maçın rövanşı vardı adeta. Almanlar açık ara favoriydi bu kez. Hem turnuva boyunca çok iyi oynamışlar hem organizasyonlarını kusursuzlaştırmışlardı. Artık bir lise öğrencisiydim ve yaz tatili için Şavşat’ta köydeydim. Televizyon çok sorunlu çekiyordu. Bilen bilin o vakitler özellikle dağlık bölgelerde televizyon yayınları için ‘yansıtıcı’ kullanılıyordu ve bizim ev onu pekiyi görmüyordu. Turnuvanın sempati takımı, haksız bir biçimde çeyrek finalde İngiltere’ye yenilen Kamerun’du, Arjantin değil. Ama Maradona oradaydı ve tabii ki kazanmasını istiyorduk. Almanya turnuvadaki en kötü maçını oynadı, bize göre pek de adil olmayan 85. dakikadaki penaltı golüyle kazandı. Arjantin’imiz 9 kişi kalmış tabii ki hakem Maradona’nın şampiyon olmasını istememişti.

1994’te yine köydeydim ve tarihin en sıkıcı turnuvasıydı yaşanılan. Çoğu maç öğlen saatinde yaz sıcağının ortasında oynanıyordu, turnuvanın mekanı ABD’ydi. Tabii ki Maradona “Öğlen saatinde maç mı oynanır” diye çıkıştığı için uydurma gerekçelerle turnuvadan ihraç ediliyordu! Artık bir üniversite öğrencisiydim. Turnuvadaki maçlar çok sıkıcıydı. Final daha da sıkıcı oldu. Tarihin en sıkıcı Brezilya’sı, tarihin en iyi İtalyan oyuncusu Baggio’nun kaçırdığı penaltıyla kupayı kazandı. Maç 0-0 bitmişti, Bebeto ve Romario’lu Brezilyayı bu kadar kötü oynatmayı başaran Carlos Alberto Parreira nefretimizi kazanmıştı!

Oysa aynı Brezilya 1998’de döktürüyordu. Artık yeni bir kuşak gelmişti. Ronaldo ve Rivaldo vardı. Üniversite geride kalmış İstanbul’a taşınmıştım ama evsizdim! Kupa Fransa’da olduğu için o zamanlar çalıştığım Evrensel’de pek maç izleyemedik diye hatırlıyorum çünkü akşam oluyordu maçlar. Tatilde olduğu için o sırada kaldığım kuzenimin evinde, Ankara’dan üniversiteden bir arkadaşımla birlikte izlemiştik Fransa-Brezilya maçını. Finalde kendimi kandırdığımı, Fransa’nın çok daha iyi takım olduğunu kabul etmek zorunda bıraktı beni arkadaşım. Sefaköy’de şimdi gitsem bulamayacağım bir evdi. O arkadaşımı da bulamıyorum bir süredir zaten…

Evrensel’de topluca maç seansı için 2002’yi beklemek gerekecekti. Kore ve Japonya’da düzenlenen turnuvada Türkiye’de yer aldığı için ayrıca özeldi. Maçlar gündüz saatlerine denk geliyordu ve gazete mesaisini bile ona göre ayarlamıştık. Tek başına spor servisi Mehmet Özyazanlar hayli mutluydu çünkü meslek kariyerinde ilk kez baskı saatine takılmadan dünya kupası sonuçları girebiliyordu. O turnuvada Türkiye mesafe katettikçe ‘milli birlik ve beraberliğe’ küçük adımlarla yaklaştığımı hissetmedim değil… Sonra da hiç olmadı zaten. Final mi? 1998’de olgunlaşan Brezilya’mız Almanya’yı (ne zevk) net bir skorla 2-0 yenerek aldı kupayı. Bilinsin isterim; Almanya’nın hele de finalde kaybetmesi futbolda en çok zevk aldığımız şeylerin başında gelir!

Arjantin’imizin felaket gidişinin 2006’da duracağını umuyorduk oysaki! Turnuvalarda neden Almanya sevmediğimizi hatırlatırcasına elediler bizi çeyrek finalde. O sıralar Referans’ta çalışıyorum ve tabii ki yine evsizim. Bir arkadaşımın evine sığınmıştım. Durumu vardı sağ olsun, turnuva öncesinde projeksiyon makinesi alındı eve. Duvardaki perdede izledik turnuvayı. Final maçında Zidane’ın Materazzi’ye attığı kafadan sonra benim için turnuva zirvede bitti aslında ama İtalya’nın kazanmasına da itirazım yoktu. Almanya’daki bir turnuvayı onların kazanmamış olması bile kazanç hanemize yazılabilirdi.

2010, Güney Afrika vakti bir evim vardı hatırlıyorum. Ama turnuvaya dair fazla şey hatırlamıyorum. Kuşkusuz final maçını izledim. Zaten baştan itibaren İspanya favoriydi ve çok hak ediyordu. Ama işte pek matah futbol oynamasalar da gönül bir yandan da Portakallara kaymadı değil. Hollanda şeytanın bacağını kırıp üçüncü finalde kupayı alsa fena mı olurdu, olmadı. Bu arada bu finali nerede izlediğimi hatırlamıyorum!

Oysa 2014 çok net kafamda. Taksim’de bir meyhanede. İçlerinde Almanya taraftarı bir grup gazetecinin de yer aldığı kalabalık bir ekiptik. Yer Brezilya’ydı, rakip Almanya’ydı ve Messi’li Arjantin kupanın kulpunu tutmuştu. Düşünsenize ezeli rakibinizin evinde, karşılıklı en çok final oynadığınız rakibinizden kupayı alıyorsunuz ve Messi’nin gelmiş geçmiş en büyük futbolcu olup olmadığı tartışması sona eriyor. Olmadı, son sözü son dakikada yine Almanlar söyledi! Alman takımını niye sevmediğimi o gün anladım. İyi oldukları zaman ortaya çıkan ‘kusursuzluk’ ve ‘irade’ sinirlerimi bozuyordu çünkü.

2018 finalinin yeri ayrıdır. Bir grup arkadaş Sakız Adası’ndaydık. Fransa’ya meyleden, oradaki çocukları daha yakışıklı bulan arkadaşlar olmasına rağmen, Tito yoldaşın memleketi Hırvatistan saflarına katmıştık herkesi. Ve fakat bu Yunan adasında Hırvatlar pek sevilmiyormuş öğrendik ki. Bizim Hırvatistan’ın ataklarındaki coşkumuza pek katılmadılar. İnadına Fransa’yı desteklediler. Bence maçı değil ama turnuvayı hak eden kazandı. Çok üzülmedik, uzolarımızı içip normal hayata döndük hızlıca.

Bütün bu yazıdan turnuvada kimin kazanmasını istediğimiz anlaşılmıştır. Bir dünya kupası  dövmesi yaptırsam, “Arjantin, since 1986” olurdu her halde. Şaka bir yana ilk kez sezon ortasında bir turnuva yapılıyor olmasının oyuna faydası olacağını ve maçların zevkli geçeceğini düşünüyorum. Ama Messi kazansın. Arjantin’in Eski Teknik Direktörü Jorge Sampaoli’nin dediği gibi “Futbolun Messi’ye bir dünya kupası borcu var.” Bizim de bu oyunun hâlâ ‘adil’ olduğunu hatırlamaya!

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...