19 Kasım 2022 04:19

Tadında bırakamıyor...

The Menu filminden sahne.

Fotoğraf: Eric Zachanowich/20th Century Studios

Paylaş

“Ali G Indahouse, 2002”, “Arapsaçı, 2005” ve “Senden Önce, 2011” gibi vasatı aşamayan filmlerine rağmen dizilerdeki performansı şapka çıkarılacak türden Yönetmen Mark Mylod’ın. Şimdilerde ortalığı kasıp kavuran “Succession” dizisinin 13 bölümünü yönetmiş olan yönetmen, geçmişte “Shameless”, “Game of Thrones”, “Entourage” ve “The Royle Family” gibi yakın dönemin önemli dizilerinde onlarca bölüm yönetti.

Mylod’un hayli zamandır beklenen ve kadrosuyla sükse yapan “The Menu” filmiyle, sinemadaki talihsizliğini kıracağı bekleniyordu. Kıracak mı, bunu zaman gösterecek. Benim için ilk filmlerinden daha iyi ama uzun süre akıllarda kalamayacak bir yapım olmuş “The Menu”. Ama ‘yemek kültürü filmleri’, ‘gurme filmleri’, ‘mutfakta geçen filmler’ gibi listelerin üst sıralarında kendisine yer bulacaktır.

Aslında son perdeye girerken çuvallayana kadar gayet iyi gidiyor “The Menu”. Bugüne kadar izlediğimiz ‘mutfak fetişi’ filmlerden ayırmayı başarıyor kendisini. Bu tür ‘dünyaca ünlü şef, Michelin Yıldızlı şef’ filmlerinde, çelişkilere yer verilse de asıl olarak kusursuzluk, kapitalist pazarın işleyişi ve tabii ki burjuva hedonizmine övgü vardır bilerek ya da bilmeyerek. Ki bütün bu işleyişe alternatif olarak da hotdog, hamburger (bizde çekilse lahmacun) güzellemesiyle birlikte gerçek lezzetlere vurgu yapılır. “The Menu” de bundan azade kalamıyor finalde. Ama en başta söyledikleri dikkate değer.

Bir grup zengin ve ayrıcalıklı insan, özel bir adada bulunan restoran için buraya gidiyor. İçlerinde yazılımcılar, politikacılar, oyuncular, gurme yazarları da olan bu insanların arasına yanlışlıkla bir kadın da girmiştir. Paralı katılımcılardan Tyler’ı sevgilisi terk ettiği için Margot para karşılığı ona eşlik etmektedir. Film bir ‘masterchef’ şovu olarak ilerliyor bir noktaya kadar. Şef Slowik ve ekibi, kusursuz bir gösteriyle birlikte sunuyorlar yemekleri. Bu şova ikna olmaya hazır elitler mutluluktan uçarken, Margot yeterince tatmin olmuyor ve bu şefin dikkatini çekiyor. Filmin ilk bölümü sora ererken de olaylar kontrolden çıkıyor, kan gövdeyi götürmeye başlıyor.

Dizi dünyasında tanınan Senaristler Seth Reiss ve Will Tracy ikilisi yemek fetişinin açmazlarını iyi yakalıyorlar filmin ilk yarısında. Meselenin çoğu zaman damak tadından ziyade bir gösterinin parçası olmaktan ibaretliğini, restoranın kaderinin önemli bir kurumda yazan yemek yazarının kaleminden dökülecek iki cümleye baktığını, şeflik kurumunun giderek bir tür tarikat liderliğine dönüştüğünü gösteriyor film. Tam bu noktada, başka bir iş kolunda (askerlik hariç) uygulansa yerden yere vurulacak ast-üst ilişkisinin bu tür filmlerde normalleştirilmesine de dikkat çekelim. Şeflerin, yardımcılarının mutfakta mutlak bir güçle hareket etmeleri, diğer çalışanlara hakaretler yağdırmaları övülmese de normalleştirilir bu tür filmlerde. Hatta bu sert eğitim ve aşağılama, ezilen kahramanımızın büyük bir şef olması için önemli bir basamak bile olur çoğu zaman…

“The Menu”, bu bağlılığı bir tarikat alegorisine dönüştürüyor ve hakkını da veriyor aslında. Ama bütün bu çaba, Margot’nun finale doğru bir anda meseleyi çözmesiyle heba ediliyor. Genç kadının duvarda gördüğü iki resimden yola çıkarak Şef Slowik ile girdiği etkileşim ikna edemiyor açıkçası. Film bu noktadan sonra cazibesini yitirip biraz kör gözüm parmağa bir finale doğru ilerliyor.

Anya Taylor-Joy’un Margot’da gayet iyi olduğu, Nicholas Hoult’un şefin müridi gibi davranan Tyler’da döktürdüğü, Ralph Fiennes’ın ise filmin kötüsü Şef Slowik’te biraz cepten yediği film, haftanın iyilerinden olsa da yılın listelerine zor girecek gibi.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa