15 Ekim 2022 04:20

Yoksullaşan ekonomide seçimler

fotoğrafta sırtlarını rektörlük binasına dönen akadenmisyenler görünüyor

Fotoğraflar: Ali Aktaş (CC BY 4.0)

Paylaş

Yoksullaşan bir ekonomide seçimler yapılırken muhalefet mi, yoksa iktidar mı daha güçlü konumdadır, diye bir soru ile başlayalım tartışmamıza. Söz konusu koşullarda yanıt çok net ve kolaydır; yirmi yılda ülkenin geleceğini karartan bir iktidar grubunun değiştirilmesi ve yenisinin denenmesi gerekir. Ne var ki, var olan iktidar koalisyonu, emrine almış olduğu devlet aygıtını da kullanarak giriştiği manevralarla durumu güçleştirmektedir. Böyle bir iddia ileri sürülüyorsa, o zaman bu yoksullaşmadan iktidar koalisyonunun ne kadar sorumlu olduğunun tartışılması gerekir. 

Bir ekonomi iki temel kaynakla gelişir, kalkınır. Bunlardan biri ve en önemlisi insan kapasitesi, ikincisi ise maddi sermayedir. Dikkat etmemiz gereken husus şudur ki, insan maddi sermayeyi üretir, fakat maddi sermaye insanı üretemez. İnsan beton binalar yapabilir, fakat beton binalar insan dokusunu yapamadığı gibi, o beton binaların içi nitelikli insanla donatılmadıkça o binalar da bir işe yaramaz. Bu iddianın en güzel örneğini İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında Almanya ve Japonya’nın mucizevi gelişmesinde görürüz. Her iki ülke de savaşta bombalanarak yerle bir edilmiş, hatta Japonya’ya iki adet de nükleer silahla saldırılmış olmakla beraber, savaş ertesinde her iki ülke de ekonomisini yeniden inşa etmiş ve kısa sürede gelişmiş ekonomiler safında yerlerini almışlardır. Çünkü bombalar fabrikaları ve maddi sermayeyi mahveder, insanları da öldürür, ancak yaşamda kalanların beyinlerindeki dokuyu yok edemez. Japonya’da ve Almanya’da beyniyle ayağa kalkan insanlar savaş tahribatını kısa sürede gidermiş olup, bugün her iki ekonomi de cari fazla veren, yani diğer ülkelere onlardan aldığından daha fazlasını satabilen iki ekonomi konumuna gelmişlerdir.

Türkiye, genç nüfusu hiç de fena olmayan, yaklaşık 85 milyonluk bir ekonomi olarak muazzam insan kapasitesi barındırır. Doğal kaynaklar bakımından da oldukça zengin olan ülkemizde neden hâlâ patinaj yapmaktayız. Son dönemde yirmi yıl boyunca tek parti, hatta tek adam yönetimi başatken, neden kesintisiz ve ısrarla bir kalkınma programı uygulanmadı da, bugün giderek yaygınlaşan işsizlik, enflasyon ve döviz sıkıntısı içinde debeleniyoruz? Bence bunun en önemli sebebi yetersiz insan kaynağını yaratamamış olmamızdır. Almanya ve Japonya örneği bize şunu öğretir ki, ekonomi anlamında insan kaynağı denen cevher iki ayağı üzerinde yürüyen varlık değil, beyin kapasitesidir. Almanya ve Japonya örneklerinin yanına bir de Türkiye örneğini koyalım. Üzülerek görmüyor muyuz ki, gençlerimiz uluslararası bilgi yarışmalarında oldukça gerilere düşmektedir. Bu hesapla, acaba Türkiye’nin kalkınmasına hizmet edebilecek, ekonomi bağlamında insan potansiyeli ne kadardır, diye düşünmemiz gerekmez mi?

Peki, durum bu ise, bu konuda düşünenler ve siyasiler şimdiye kadar ne yaptılar, şimdilerde ne yapıyorlar? Son yirmi yıla gelene dek fazla bir şey yapılmadı. Aslında, yapıldı! Kentsel alanlarda toplumun ufak bölümü hariç, büyük kütle giderek yükselen tempoda cehalet ve tarikat odaklarının etkisine bırakıldı. Cumhuriyetin ilk yılları hariç, özellikle de cahil çevrelerin yere göğe koyamadığı Menderes dönemi sonrasındaki politikalarla,  ünlü bir sosyoloğun ifadesiyle, ‘İmam hocaya galip geldi’, daha doğrusu getirildi! Son yirmi yılın iktidarı ise, kendi kör seçmen tabanını oluşturabilmek amacıyla cehalet ateşini daha da körükleyerek, gençleri öğrencilikten imam hatipliğe süpürmeye yeltendi. Zira iktidarı bırakmak istemeyen siyasi güçlere ve toplumu sömürmeye çöken emperyalistlere düşünce ve analizden yoksunlaştırılmış, yapay parıltılara çocuklar gibi sevinen bir kitle gerekiyor idi.

Giderek hırçınlaşan kapitalizmde en fazla gereksinme duyduğumuz insan dokusunu hızla geliştirmemiz gerekirken, hangi akla hizmet ettiği belli olmayan iktidar koalisyonu, maalesef, insan sermayesini iki koldan tahribe yönelmiştir. Bir kere, doğanın insana bahşettiği o muazzam cevher olan beyni imam hatipleştirme çabasıyla analitik ve çözümleyici olmaktan uzaklaştırıp, ezberci ve muti yapıya dönüştürme çabasına girişti. İkincisi, yoksullaştırılan ekonomide özellikle genç yaşta, gelişme çağında olanların güçlü beslenmesi, yeterli protein alması ve gıda rejiminde karbon hidratların azaltılması gerekirken, tüm toplum, özellikle de gençler bunun tam tersi yönde sürece sokuldu.

Gençlerin büyük bölümü böylece heba edilirken, umut vadedebilecek görece ufak bölümü ise, uygulanan politikalar ve oluşturulan belirsizlikler nedeniyle adeta yurt dışına itildiler. İlk bakışta yurt dışına giden gençleri suçlayabiliriz. Ancak böyle bir suçlamaya girişmeden önce, bu sancıyı oluşturan koşulları yaratanları, ülkenin geleceğini karartanları, hele de ‘Giderlerse gitsinler’ sorumsuzluğuna soyunanları dikkate almadan, ailesini ve dostlarını bırakarak, havasını ve suyunu bilemediği bir yabancı ülkeye niye gider insanlar, diye uzun uzun düşünmemiz gerekir.

Sadece gençler mi ülkeyi terk ediyor? Sermayeye, siyasete vesair toplumsal güç odaklarına karşı korunması gereken bilim yuvalarına bilimsel masuniyet ilkesine ters olarak siyaseti sokarak akademinin çökertilmesi sonucunda, yıllarını gelişmeye vermiş değerli akademisyenlerin de ülkeyi terk etmesi büyük kayıp değil midir? ODTÜ ve en son Boğaziçi operasyonlarıyla akademiyi siyasallaştırarak içten içe çökertmekten ülke mi, yoksa sömürücüler mi kazançlı çıkar?   

Şimdi şöyle bir düşünelim, bu malzemeyi hazırlayarak siyasi erk ne yapmak istemektedir. İhraç ürünlerinin teknoloji oranını mı yükseltmeye çalışmaktadır, acaba? Diyelim ki, amaç ahlaklı bir toplum yetiştirmektir. Peki, ahlak insanlara huni ile akıtılan bir şey midir, yoksa çevre ve ekonomik koşullara bağlı olarak insanın algı ve içsel süreçleriyle organik olarak geliştirdiği sonuç mudur? Kaldı ki, ahlaklılığın ne olduğuna siyasi erk mi karar verir? Yaşamında Doğu ve Batı dünyasında yetişmiş filozofların ismini dahi duymamış, onlardan bir satır bile okumamış olan bir kitlenin ahlak felsefesi ile ne kadar yakınlığı olabilir ki! Bütün bunlara rağmen, diyelim ki, siyasi erkin ahlaklı toplum yetiştirmek gibi bir niyeti olsun ve fevkalade iyi niyetle de bu işe soyunsun. Böyle bir projeden sonuç alınabilir mi? Toplumsal tepkiler vs. aynen yukarıdan verilmiş demokrasinin kaderi gibi, böylesi sentetik ahlak dokusu toplumda yaşayabilir mi, yeşerebilir mi? İmam hatipleştirme bombası ellerinde patlamadı mı?

Mesele açıktır. Türkiye, çevresel bir ülke olarak, emperyalizmin etkisindedir. Durum bu olunca, Türkiye gibi çevresel konumlu bir ülke siyasilerinin açık ya da örtülü politikaları çok dikkatle analiz edilmeli ve yorumlanmalıdır.

Bugün meseleyi insan kaynağı açısından kısaca ele aldım, ileride konuyu maddi sermaye açısından ele alacağım.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...