26 Mart 2022 00:15

Tam ‘Oscarlık’ bir film!

Görsel: Belfeld filminin afişinden alınmıştır. 

Paylaş

Ne yazık ki, “festival filmi”, “Oscar filmi” diye eleştirmenler tarafından yapılan yakıştırmalar artık sektörün gerçeği haline gelmiş durumda. Artık kimi filmleri (Oscar sezonundan aylar önce üstelik) izler izlemez, “Oscar filmi” diye tanımlamak mümkün. Genelde böyle tanımlanan filmler yapımcıları/ yaratıcıları büyük hatalar yapmazlarsa (Örneğin Jane Campion’un geçenlerde bir ödül töreninde yaptığı talihsiz konuşmanın filmi The Power of the Dog’un şansını zora soktuğu söyleniyor) çeşitli Oscar adaylıkları kazanırlar.

Bugün bahis konusu yapacağımız film de tam yedi adaylıkla yarışıyor bu pazar sahiplerini bulacak Oscar ödüllerinde. Memleketinde verilen BAFTA ödüllerinde en iyi film olarak taltif edilen “Belfast”tan bahsediyorum. Filme geçmeden önce festival için, ödül için film çekmenin ya da bazı filmlerin mecburen öyle olmalarının yaratıcıların değil, festival/ ödül formlarının bir sonucu olduğunu söylemeden geçmeyelim. Şu sıralar Avrupa festivallerinde Kürt meselesinin geri düştüğü başka meselelerin daha dikkat çektiği söyleniyor misal. Türkiye’den giden kent hikayelerine de pek meyledesileri yokmuş festival seçicilerinin ama öyle etnik bir şeyler karışırsa, az biraz içine de Ortadoğululuk konursa belki olabilirmiş! Bu ayrı bir tartışma konusu ve yönetmenlere gelene kadar sinemanın üretiminden seyirciye buluştuğu ana kadar ki endüstriyel süreci masaya yatırmamız gerekiyor. 

Ama “Belfast” çok sinsice bir Oscar filmi gibi duruyor. Baştan bir filmin o mertebelere gelebilmesi içen en azından zanaat olarak iyi olması gerektiğini belirtelim. Kimsenin hakkını yemeyelim, belki öyle düşünmemiştir yaratıcıları diyeceğim ama Yönetmen Kenneth Branagh’ın (Oyuncu olarak hakkını teslim ederek) pek de parlak olmayan kariyerine böyle bir taç gerekiyordu sanki. Biraz hırs da yapmış olabilir! Daha önce çektiği 1996 tarihli “Hamlet”, senaryo, sanat yönetimi, kostüm ve müzik dallarında aday gösterilmişti Oscar’a. 1990 tarihli “Henry V” ile oyuncu ve yönetmen olarak aday olmuş ama alamamıştı. Bakalım bu yıl şeytanın bacağını karacak mı?

“Belfast”, kentin renkli ve tepeden bir görüntüsüyle açılıyor. Sonra ekran siyah-beyaza dönüyor ve 1969 yılının ağustos ayına gidiyoruz. Bir sokaktaki sert çatışma sahnesi karşılıyor bizi. Protestanlar ile Katolikler arasındaki o tarihi kavganın İrlanda’daki gerilim anlarından birisine tanık oluyoruz. Anladığımız kadarıyla bu kez Katolikler basıyor Protestan mahallesini. Annesi (Ma) ve ağabeyi Will ile bu sokakta yaşayan Budy’nin dünyasına giriyoruz. Baba uzaklarda ekmek parası peşindedir. Film öncelikle politik bir atmosfere sokuyormuş gibi yapıyor seyirciyi. Ama açılıştaki bu yüksek giriş, süre ilerledikçe sönümleniyor ve neden öyle bir sahneye ihtiyaç duyulduğu sorusu havada asılı kalıyor bir süre sonra. Çünkü bu gerilimin arka planına dair bir şey duymuyoruz neredeyse. Sokağın başına ve sonuna güvenlik bariyeri kuruluyor ve adeta bir tiyatro sahnesine çevriliyor mekan. Filmin büyük bir bölümü bu sokakta geçiyor bir noktadan sonra.

Merkeze küçük bir çocuğu oturtarak ilk hamlesini yapıyor Kenneth Branagh. Ki zaten hikayenin merkezindeki çocuk da kendisi. 1969’da daha dokuz yaşındayken ailesiyle birlikte Belfast’ı terk edip İngiltere’ye taşınma hikayeleri bu. Filmin temel meselesi de Ma ile Budy’nin Belfast’a olan bağlarından bir türlü kopamamaları ve bu taşınma fikrine alışmakta zorlanmaları. Babanın hikayeye bir girip bir çıkması da yönetmenin ikinci hamlesi olarak düşünülebilir. Nihayetinde ödül avcısı bir filmde baba sorunu da olmalı. Devamla şöyle sıralayabiliriz: Babayı beklemek, barikatlar arasına sıkışmak, ilk aşk, ilk kaybın üzüntüsü, yaşlılarla kurulan diyaloglar, anne ile özel bir bağ ve tabii ki sokakların dili… Sanırım bir çocuk hikayesinden beklenen her şey var filmde.  

“Ne var bunda bütün çocukluklar birbirine benzer” diye sorulabilir ki, haklı bir soru olur. Ama Kenneth Branagh’ın hikayesini ele alış biçiminde seyirciye (en azından bana) samimiyetsiz gelen bir yan varmış gibi. Bütün o yoğunluğuna rağmen filmin hissiz olması, Budy ile bir türlü kuramadığımız bağlantı filmi sıkıntılı hale getiriyor. Üstelik yönetmen ısrarla seyirciyle karakteri arasında güçlü bir bağ olsun istiyor. Çocukluk anlatılarına dair temel meselelerin birbiri ardına sıralandığı, temel bir fikir oluşturmakta zorlanan bir film kanımca “Belfast”. Açıkçası o dönemin ruhunu yaşatmayı başarmakta o kadar da mahir değil. Yakın dönemde çekilen, aynı kuşaktan iki yönetmenin benzer filmlerinden ayrılıyor o yüzden. Ne Alfonso Cuaron’un “Roma”sındaki kadar güçlü bir toplumsal/ sınıfsal gözlem bulabiliyoruz ne de Paolo Sorrentino’nun “The Hand Of God”ındaki gibi gündelik hayatın enerjisini hissedebiliyoruz.

Tabii filmi yere göğe koyamayanlar da var. Dolayısıyla üzerinde genel bir uzlaşı sağlanabilecek yapımlardan değil “Belfast”. En iyisi izleyip karar vermek.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...