24 Haziran 2021 00:40

Yeni gerçek: Göçmenler!

Edirne'de sınıra giden mülteciler

Fotoğraf: Can Erok/DHA

Paylaş

20 Haziran Dünya Mülteciler Günü’ydü.

Türkiye’de ve dünyada mültecilik, mültecilerin durumu, olası göç akınları gibi başlıklar altında yüzlerce haber yayımlandı, paneller yapıldı, raporlar sunuldu.

Açıkçası istatistiklerin ortaya koyduğu korkunç bir manzara ve sürecin mülteciler açısından daha da karanlıklaştığına dair binlerce veri var.

Bu çalışmaları takip ederken, “Gözümüzün önünde bir çeşit modern zamanlar kavimler göçü yaşanıyor” diye düşünmekten kendimi alamadım.

Arap Ayaklanması’na kadar pek de karşılaşılmayan sayıda insan, kitleler halinde göç etti. Gittikleri ülkelerin korkusu da bu büyüklükte kitlelerin yanlarında getirdikleri kültürleri, farklı yaşam biçimleri, kronikleşmiş sorunları ve en önemlisi de bulundukları yeri dönüştürebilecek kadar güçlü olmaları!

Dönüştürücü güçten kasıt Türkiye’de birçok insanın diline dolanmış olan her yere nargile kafe açılması, Arapça tabelalar değil elbette.

Sosyolojik yapıyı, toplumun günlük hayat rutinlerini, sanatını, kültürünü ve nüfus artışıyla birlikte en fazla 20 yıl içinde politikayı derinden etkileyebilecek güçte bir dönüştürücü etkiyi konuşmaya başlamış birçok araştırmacı!

On yıllardır tedavülde olan, göçün kontrol edilebilir boyutta tutulabildiği zamanların verdiği rehavetle el atılmamış ‘entegrasyon’ programlarının yeni gerçekliğin karşısında çok yetersiz kaldığını da söylüyorlar.

Bu konuya dair izlediğim online bir panelde, Almanya’daki göçmen politikalarını anlatan bir araştırmacı entegrasyon programlarının esaslarını sorguluyordu. Bence haklıydı da; böylesi büyük kitlelerin yer değiştirdiği bir süreçte hangi taraf entegre olacak? Ev sahibi toplum mu, göçmenler mi?

Güvenlikçi politikaların göç meselesinde giderek daha da görünür olmasının sebeplerinden biri de bu karmaşa muhtemelen!

Göç meselesi kontrol edilebilir eşiği fersah fersah aştı. Her ülkenin toplumsal esasları, öncelikleri, kırmızı çizgileri velhasıl kendine has kültürü vardır ya; göçmen de asgari düzeyde o kalıba girer ve farklı bir renk de olsa bütünün bir kenarına eklemlenir. Şimdilerde, kitlesel göçlerin tam da o bütünün rengini, şeklini değiştirebilecek kadar baskın hale gelebileceği konuşuluyor.

Bu durum az çok bütün dünyada yükselişe geçen sağcı, yabancı karşıtı, göçmen karşıtı, kültür konusunda muhafazakar söylemlerin de başlıca sebeplerinden.

Ekonominin kötüleşmesi de göçmenin suçu, asayişin sarsılması da… Kiraların artması, işsizliğin derinleşmesi, kanun dışı mahallelerin çoğalması; velhasıl “hepsi göçmenlerin suçu” söylemi göçeni, mülteciyi öteki olarak tutmaya yönelik.

Çünkü göçmeni, mülteciyi genel olarak nasıl bilirdik?

Her birinin hikayesi diğerinden daha ağır olmalı ki, bu ‘ağır’ın bir sonu da yok. Zaten Arap Ayaklanması bir insanın başına gelebilecek en ağır hikayeleri bile sıradanlaştıracak kadar vahşete alıştırdı hepimizi.

Ayrıca göçmenin hiçbir şeyi olmamalı. Mesela, makyaj yapan göçmen mi olur? Kendisine bakan, telefonu olan, gittiği yerdeki toplumun rekabet şartları içinde yükselebilen göçmen de olmaz milyonlarca insana göre.

Mültecinin, göçmenin “Benim de haklarım var” demesi pek şık değil. Onun haklarının olduğunu yine ‘ev sahibi’ dile getirmeli ve savunmalı ki, hangi tarafın vermeye muktedir olduğu belli olsun!

Arap Ayaklanması sadece eski usul göçmen-mülteci politikalarının ilkelliğini değil ne kadar mülteci ile yaşamaya alışkın olursa olsun neredeyse bütün ülkelerin göçmene bakışının da aşikarlaştığı bir süreci tetikledi.

Dünya daha “Mülteci nedir? Nasıl tanımlanır? Kimler mültecidir? İnsan hakları ile göç alan ülkelerin kırmızı çizgileri arasındaki makas nasıl kapatılır?” gibi tartışmaları yapmaya yeni başladı.

Halbuki, Arap Ayaklanması’nın başladığı günden beri kaybolan yüz binlerce insan var. On binlerce çocuğun akıbeti belirsiz. Organ kaçakçılığının tırmandığına, çocuk pornosu sektöründe çalıştırılan göçmen çocukların hikayelerine, genç yaşta kızların ve erkeklerin fuhşa sürüklendiğine, birçok ülkede çetelerin-mafyaların göçmenlere çengel attığına, radikal örgütlerin hummalı propaganda çalışmalarına çoktan başladığına dair yüzlerce haber bulmak mümkün. Ancak neredeyse hepsi iddia düzeyinde, aradan geçen bunca yıla rağmen hem de!

“İnsan hakları, demokratikleşme” gibi söylemleri olur olmaz her fırsatta vurgulayan birçok ülkenin mültecileri işe yarar, işe yaramaz diye ayırmasını sağlayan kriterler listesi uzadıkça uzuyor.

Eski zamanlarda köle pazarları kurulurmuş ya, güçlü kuvvetli olanlar seçilirmiş. İşte ona benzer bir eleme süreci oldukça normal sayılıyor günümüzde. Mesela, Suriyeli göçmen tıp eğitimi almışsa, eczacıysa, nadir el sanatlarından birinin ustasıysa elçilik randevusu alması da zor değil vatandaşlık hakkına ulaşması da.

‘Niteliksiz, vasıfsız’ olanlar bulundukları ülkede ‘korkunç’ şartlarda yaşamaya devam edebilir. Bu uygulamanın tercümesi şudur; insani hakkı vasıflar, yeterlilikler ve banka hesapları belirliyor!

Ancak aynı ülkelerin yeni mülteci dalgaları yaratabilecek yıkıcı politikalardan geri atım atmaya da pek niyeti yok gibi görünüyor.

Mesela sahayı yakından takip eden uzmanlar ABD’nin Suriye’deki el Kaide’den ılımlı muhalif devşirme girişimlerinin benzerine giriştiği Afganistan’dan göç hareketleri bekliyor.

Taliban’ın önünü açan son müdahalelerle birlikte merkezi hükümetin idaresindeki ‘kurtarılmış’ bölgelerde yaşamını sürdüren kesimin yollara düşmesi oldukça büyük bir ihtimal olarak görülüyor.

Hem göç, mülteci karşıtı söylemleri köpürten hem de “Afganistan’da da olmalıyız” diye saf tutan Türkiye muhalefeti bu olasılığı hesaba katmış mıdır bilinmez, ancak can derdinde yollara düşecek Afganların ilk durağı yine Türkiye olacak.

Savaşın üstüne yaptırımlarla boğulmanın eşiğindeki Suriye, resmi olarak ekonomik iflas yaşayan Lübnan, dünyanın en refah ülkelerinden biri olması gerekirken yüz binlerce insanın BM yardımlarına muhtaç yaşadığı Irak, Türkiye’nin de aralarında olduğu birçok ülkenin istikrar sürecini baltaladığı Libya ve daha birçok ülke mülteci göçlerinin kaynağı olma potansiyeli taşıyor.

Velhasıl, göç ve mülteci bütün dünyanın yeni gerçeği. Türkiye gibi ‘yabancı’ ile yaşamaya alışkın olmayan ülkeler dahil bütün dünyanın bu gerçeği kabullenmesi gerekiyor. Diğer taraftan, yeni göçleri tetikleyebilecek her türlü hamleye engel olmaya çalışmak toplumların sorumluluğunda.

Göçmenle, mülteci ile yaşamaya alışmamız gerekiyor ancak şu da unutulmamalı; hiç kimse durup dururken huzur içinde yaşadığı ülkeyi ayağında terlik, belki böbreğini satarak, çocuklarını riske atarak terk etmez.

Mülteci karşıtlığını köpürten tarafların önce “Benim payım neydi?” diye sorması belki yeni mülteci akınlarını tetikleyen yıkıcı süreçlerin önüne geçebilir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...