30 Mayıs 2021 00:30

Hep sıcak kalan anılar

Taraftar grupları, Gezi Parkı'ndaki eyleme destek amacıyla Taksim Meydanı'na yürüdü - 8 Haziran 2013

Taraftar grupları, Gezi Parkı'ndaki eyleme destek amacıyla Taksim Meydanı'na yürüdü - 8 Haziran 2013 | Fotoğraf: Onur Çoban/AA

PAZAR
Paylaş

2013 mayıs ayı, ailem ziyarete gelmiş, özenip sofra kurmuşum, burada kalın demişim.

Televizyondan ve sosyal medyadan Gezi Parkı’nı takip ediyorum, babama rapor geçiyorum: “Baba, bu sefer çok başka, bak göreceksin” diyorum.

Gözünün içine bakıyorum, hazır evdesiniz işte, çocuklar sizinle kalsa, ben de parka gidiversem olmaz mı?

Kızıyor bana, “Hiç mi akıllanmayacaksın, yirmi senedir aynı terane, iki çocuk anası kadın, başına bir şey gelse bu kadarcık çocuklara kim nasıl bakacak, anne-baba olmak sorumluluk ister, çocuğu yatırıp eyleme mi gidilir kadın başına, saat olmuş gecenin körü...”

Umutlar sonraya kaldı, çocukları kreşe bırakınca gündüz gider bir bakarım artık, n’apalım...

Çocuklar uyumuş, her birimiz bir kanepeye devrilmiş, televizyon açık, elimizde telefonlar, sessizce izliyoruz, konuşursak tartışırız endişesiyle.

İçim geçmiş. Babam sarsıyor beni sabaha karşı, uyandırıyor. “Yavrum, köprüyü yürüyorlar kalk. Kalk kızım insanlar köprüyü geçiyor, çık sen, biz çocukları bekleriz.”

Aramızdaki duvar yıkılıyor.

Gezi, umutsuzluk, çaresizlik ve korku duvarının aşıldığı bir süreçti. Bildiğimiz, yaşadığımız hiçbir şeye benzemiyordu.

Bardak taşmıştı ama öfke kendini iyi niyete, paylaşıma, dayanışmaya evriltmeyi başarmıştı.

İnsanlar, hayal ettikleri dünyayı bir parkta hayata geçirmeye çalışıyordu. Şehrin göbeğinde ağaçlar altında kitap okunabilen, şarkılar söylenip dans edilebilen, insanların birbirini saygıyla dinlediği, anlamaya çalıştığı, ortak hareket edebildiği bir alana dönüşmüştü. Kimse aç kalmıyordu, kimse yalnız hissetmiyordu, kimse kimseyi gütmüyordu. 

Ne demişti bir sokak çocuğu “Öyle güzel uyumuşum ki abla, karnım tok, birileri üzerimi örtmüş, müzik sesini dinleye dinleye, inşallah hiç gitmez bu insanlar.”

Hatırlıyor musunuz alkış yerine ellerimizi havaya kaldırıp sallıyorduk, çıkan ses başkalarını rahatsız etmesin diye. Sürekli bir el uzatan vardı, başkalarını kendinden çok önemseyebilen onurlu, gururlu insanlar olmuştuk. Çanta bir yerde, telefon başka bir ağaç altında, hiçbir şey çalınmadan, çalınan yıllarımızı geri kazanırcasına yaşadığımızı hissediyorduk.

O günlerde bulaşıcı olan şey cesaretti. 

Ellerinde emeğin timsali iş eldivenleri ile her yaştan insan, üzerinde dumanıyla fişekleri yerden alıp bir başkasının yetiştirdiği şişelere atıp gazı boğuyordu.

Direniş öğretiyordu pratiği, çoğu düne kadar ne gaz fişeği görmüştü ne ilk yardım öğrenme ihtiyacı duymuştu.

Gelip çocuklarınızı alın diyorlardı, anneler parka iniyordu el ele, bir canımızı koparıyorlardı bizden, milyonlar olup yeniden akıyorduk.

Çünkü hafızamızı yok etmeye kalkmışlardı, Emek, AKM, Topçu Kışlası, çünkü geleceğimiz çalınıyordu, internet sansürü, sınav sorularının çalınması, ormanların talanı, çünkü onurumuza dokunuyordu, kanser hastası Dilek’in eline para sıkıştırılması, kadın mıdır kız mıdır bilememler ve daha neler neler.

Ne vali, ne emniyet müdürü ne de belediye başkanı, o günlerden geriye sadece emri ben verdim diyen kaldı muktedirler adına.

Gezi davası üçüncü kez açılıyor, çarşı ile birleştirilme talebiyle. Üçüncü defadır savunma; hukuku hatırlatmak zorunda. 

Faillerine hesap sorulamamış Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan, Berkin Elvan var hâlâ.

Ve meydanları dolduran milyonların her biri sokağa çıkma sebeplerini kendi adlarına teker teker sayabilecekken, birilerinin talimatıyla yapılabileceğine inandırmaya çalışıyorlar, kendileri onca imkanlarına rağmen hiçbir şekilde o kadar insanı bir alana dolduramamış olanlar.

Hatırlıyor musunuz Taksim Dayanışmasının taleplerini?

- Gezi Parkı, park kalsın, AKM yıkılmasın

- Orantısız şiddetin emrini verenler görevden alınsın, biber gazı yasaklansın

- Direnişe katıldığı için gözaltına alınanlar serbest bırakılsın, yargılanmasın.

- Kamusal alanlardaki eylem yasağı kaldırılsın, fikir özgürlüğü engellenmesin.

Ve bu direnişin, halkın “Biz varız, buradayız ve taleplerimiz var” sesi olarak görülmesi gerektiği uyarısı vardı.

Her biri ne kadar haklı ve kabul edilebilir taleplerdi. Bunca can bu yüzden gitti, o kadar gaz bu yüzden sıkıldı.

Oysa demokratik bir hukuk devletinde karşılanması ne kolay isteklerdi.

Sökülen ağaçlar, insanlık onuruna saplanan birer kazık hissi yaratmıştı. Gezi ruhu, bu ülkede sözü dinlenmesi gereken gerçek gücün halk olduğu hatırlatmasıydı, bütün ayrıştırma çabalarına karşı bir arada ve huzur içinde yaşayabileceğimizin ispatıydı, bütün üretilmiş suni düşmanlıklara karşı barış isteğinin dile gelişiydi, vicdanın ve onurun korkuya baskın çıkmasıydı.

Yarın Gezi’nin 8. yaşına; pandemide canı gözetilmemişler, lebalep kongrelere feda edilmişler olarak, ortaya saçılmış suç dosyaları, çete, mafya, devlet ilişkileri arasında, derin bir yoksulluk içinde, “2-3 yıl yatar çıkarım” diyenlerin katlettiği kadınların uzun isim listeleri gölgesinde, çıkış imzası verilmiş bir İstanbul Sözleşmesi’yle, ormanları kesilmiş, dereleri kurutulmuş, tarihi eserleri ortadan kaybolmuş, kültürü yozlaştırılmış, müziği susturulmuş, tiyatro salonlarına kilit vurulmuş, cezaevleri dolmuş, parti başkanları tutuklanmış, belediyelerine üniversitelerine kayyum atanmış ve “Bunlar daha iyi günleriniz” diye tehdit edilerek giriyoruz.

Elimizden ekmeği, adaleti, özgürlüğü, neşemizi aldılar. Bu sene kaybedecek hiçbir şeyi kalmamışlar olarak bir yıl dönümü daha karşılıyoruz.

Peki sormak istiyorum, reyting rekorları kıran bir dizi gibi yeni bir video beklemek dışında biz ne yapıyoruz?

Bizim ruhumuzda ne var, fıtratımızda ne var?

Bakıyorum:

Gezi’nin 8. yaşını tüm solun birleştiği eylemlerle, İkizdere’de, Van’da taş ocağına karşı direnişe geçen köylüler, Hopa’da çay üreticileri, ülkenin her yerindeki tüm mahallelerde ses çıkaran kadın hareketi, üst geçitlerde, köprülerde, kulelerde asılı “Yeter” pankartları ile karşılıyoruz.

Kınamakta ortaklaşmayı başarmış muhalefet partilerinin bir zamanlar Gezi’de koşulsuz uzatılan eller gibi buluşabilmesini umarak ve fakat; artık siyasetin sadece seçimlerde oy kullanarak yönlendirilmeyecek kadar hayati bir mevzu olduğunun farkında olarak giriyoruz 8. seneye.

Partiler zemin olabilir ama muhalefetin ta kendisi olduğumuzu görme zorunluluğu ve sorumluluğu ile giriyoruz

Korku cam bir kafes, bir kere kırılınca hiçbir tutkal tutmuyor.

8. yaşın kutlu olsun Gezi, iyi ki doğdun!

Karanlık gider sen kalırsın, kafeslerimizi kıransın.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa