25 Şubat 2021 23:11

Boğaziçi Üniversitesi: Akademik kapitalizme karşı mütaşerik otoriteryenizm

Çukuova Üniversitesi öğrencileri, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine destek eylemi yaptı

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

“Kayyum rektör istemiyoruz.” 48 belediyeye bakanlıkça kayyum atanmasıyla üniversitelere başkanca/reisçe rektör ataması arasında nasıl bir bağ var, sorulması gerekiyor.

Kaç tür üniversite var? Kaç tür yönetim anlayışı var? Kaç tür toplum veya toplum anlayışı var?

Bu toplum, yönetim ve üniversite tiplerinden Ergüder hangi anlayışı ve üniversiteyi temsil ediyor?

Erdoğan ve Soylu hangi toplum, yönetim ve üniversite tipini temsil ediyor?

Öğrencilerin karışık duygular halindeki itirazları hangilerine karşılık geliyor?

Öğretim üyelerinin talepleri hangi toplum ve üniversite modeline yakın bulunuyor?

Geniş halk tek bir anlayışa mı sahip, halkın hangi kesimi hangisine yakın veya uzak bulunuyor?

Yaşananlar neye karşılık geliyor?

Dahası ne yapmalı, nasıl hareket etmeli?

Türkiye örneğini de bir yana bırakalım; Bologna Süreci altında AB ve ABD’nin üniversite modeli nedir? Bilgi ama hangi bilgi, bilgi ama ne için, kimin için bilgi?

Tüm gerçeklerin bilgisi mi, sermayeye-finans kapitale-endüstriye-ticarete yarayacak, para pul kariyer sağlayacak bilgi ve bölümler mi? Hakikat veya gerçek bilgisi halk için mi, insan-toplum-doğa için mi, müteahhit için mi, tarikat için, şeriat için mi, iktidar için mi? Türkiye için mi küresel sermaye için mi? Ne üretmeli, nasıl üretmeli? Bedelini kim ödemeli? Şekli formu ne olmalı? Nasıl yönetilmeli? Nasıl denetlenmeli?

Ön yoklama veya altı aday adayı belirleme sürecinde de en çok konuşulan konulardan biri müteahhitlerin, taşeronların, ilaç pazarlamacılarının rektör aday seçimleri ve atama süreçlerinde çok etkili olduğu ifade ediliyordu. Son 5-6 yıldır ilahiyat kökenli rektörlerin oluşması geçirilen dönüşümü açıkça temsil ediyor. Müteahhitlere taşeronlara, tarikatlar, dinciler de dahil olmuş bulunuyor. Üniversite ve mensupları tümden yok sayılmış, YÖK çok zayıflamış, reis tek belirleyici hale gelmiş bulunuyor.

Öğrencilerin özlediği kendilerinin her tür organda aktif olarak temsil edildikleri, öğrenci olarak eşit taraf görüldükleri kolegyal üniversite modeli uzun süredir anlam ve işlevini kaybetti, çünkü mezunların artık kamu kurumlarında-resmi kurumlarda saygın bir yer edinmesi diye bir karşılık da yok zaten. Yani üniversite eğitimi-üst düzey resmi veya özel kuruluşlarda yönetici kariyer sürekliliği artık bulunmuyor. “Elit” üniversitelerle “saf temel bilim” ve “kamu hizmeti” de kaybolmuş bulunuyor. Mezunların önceliği artık küresel şirketlerde orta düzey iş bulabilmek ve uzun erimde şirket üst yönetimlerine gelebilmek. Kamuya veya halka yönelik bilgi ve meslek kazandırma, kariyerin daha insan, toplum ve doğa odaklı olması zaten çok öne çıkmamıştı, olan da örselendi, artık esamesi bile okunmuyor.

Elit üniversiteleri kazanan eliti de halk çocuğu da uluslararası küresel şirketlerde, para piyasa ilişkilerinde bir prestijli yer edinme kaygısında bulunuyor.

Ergüder, Gürüz, TÜSİAD ve temsil ettikleri üniversite anlayışı 1999’dan bu yana “Bologna Süreci” altında şekillendiriliyor; ana nüvesini finans kapitalizm, azgın kapitalizm, piyasa koşullarında rekabet edebilecek (para pul için) bilgi anlayışı oluşturuyor; tüm üniversitelerin mümkünse özelleşmesini (yükseköğretim sektörü), bu mümkün değilse üst yönetimlerinin piyasa aktörlerinin yer alacağı mütevelli heyetlerinin belirlemesi, vizyonlarının piyasaya (kâra) yönelik olmasını, akreditasyon altında dışsal piyasa şirket veya piyasa ajanslarınca denetlemesini, yükseköğretim okuyanların (öğrencilerin) maliyetleri karşılamasını (paralı veya ücretli üniversite), hocaların para kazandırmasını (para getirecek proje, araştırma veya bilgi) istiyor.

Saughter Sheila’nın (1998) adlandırması ile “akademik kapitalizm”, Gümüş ve Kurul’un (2011) Bologna Süreci ile ilgili tanımlamaları ile “Bologna Süreci, üniversitelerin yerel, ulusal ve küresel piyasalarla, yeni işlevler çerçevesinde uyumlaştırılması sürecidir.”, “Metalaştırma, piyasalaştırma, özelleştirme” sürecidir.

Kapitalistler, askeri organları NATO, geniş halk kesimlerinin hoşnutsuzluğunu baskılamak ve “rıza” mekanizmalarını üretmek üzere dini ana ideoloji olarak öne çıkarıyor, ılımlı dincilik bu projenein ana ayağını, belki Habermas da baş filozofunu oluşturuyor, “postsekülerizm” ile din her yere eklemlenmek isteniyor. Bunun adı çoktan koyulmuştu: “neocon”luk, muhafazakar kapitalizm.

Türkiye’de, AKP-MHP-Erdoğan-Bahçeli-Ağar-Soylu çerçevesinde yaşananlar müteahhit, taşeron, tarikat, şeriatçı “mütaşerik otoriteryenizmi”ni oluşturuyor, Boğaziçi’ye kadar dayanınca, daha liberal olanıyla çelişkiler daha bariz olarak öne çıkıyor. Öğrencilerin hem liberal özgürlük hem de küresel kariyer arayışları ile de çatışmaya giriyor. Boğaziçi’de yaşananlar liberal özgürlüklerle, akademik kapitalizmle, mütaşerik otoriteryenizm arasında geçiyor. Ergüder ben liberal kapitalist akademik kanaat önderiyim diyor, Soylu onu tehdit ediyor, ben de mütaşerik bindirme gücüyüm diyor.

Mütaşerik olanlar müteahhitlik ve taşeronlukla sınırlanıp liberal muhafazakarlıkla ılımlaşınca süreç rahatlayacağa benziyor. Boğaziçi hemen olmasa da yakın gelecekte daha önde çıkacağa benziyor.

Bize düşen; gerçeklerden yana, özgürlüklerden yana öğrencisi, öğretim elemanı, tüm taraflarıyla dayanışma içinde olmaktır. Gerçeğe dayalı insan, toplum ve doğa yararına bilgi ve üniversiteleri başarabilmemiz gerekiyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa